Amerikalı iktisatçı ve siyaset bilimci Mancur Olson’a (1932-1998) göre, insanoğlunun anarşiden medenî hayata geçişinin hikâyesi, ‘’başıboş haydutlar’’dan ‘’yerleşik haydutlar’’a geçişin hikâyesi olarak özetlenebilir. Devletin henüz ortaya çıkmadığı çağlarda toplumlar yağmalama ve yakıp-yıkma saikiyle hareket eden serseri haydutların tasallutu altındaydılar; ‘’medeniyet’’le birlikte ise onun yerini toplumu başıboş haydutlardan korumaya çalışan ama bunu iyilikseverliklerinden değil de sömürebilecekleri zenginliğin üretimini desteklemek için yapan yerleşik haydutların -yani devletin- sultası almıştır.[i]  

Mancur Olson’ın bu tezini sosyal ve siyasal felsefede devletçi romantizme karşı çıkan görüşler için bir hareket noktası olarak alabiliriz. ‘’Devletçi romantizm’’ terimiyle, hem devletin kökeninin rızaya dayandığı, yani insanlar tarafından gerçek veya hipotetik bir sözleşmeyle kurulmuş olduğu görüşünü, hem de devletin topluma hizmet için var olduğuna ilişkin yaygın kanaati anlatmak istiyorum.

İlk görüşten başlarsak: Devlet hakkındaki romantik görüşe karşı çıkanlar devletin bir sözleşmenin değil, gerçekte zapt ve müsaderenin eseri olduğunu ileri sürerler. Meselâ ünlü İskoç Aydınlanma düşünürü David Hume’a göre, devletler sözleşmenin değil cebir ve şiddetin sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Nitekim düşünür bir denemesinde şöyle diyor: ‘’Halihazırda mevcut olan veya tarihte kaydı olan hemen hemen bütün devletler, halkın rızası veya gönüllü tabiiyeti iddiası olmaksızın, başlangıçta ya gasp ya da fetih veya her ikisi üzerine kurulmuşlardır.’’[ii]

Fakat devletin zapt ve müsadereden doğduğu tezinin en güçlü bir savunucusu Alman sosyolog Franz Oppenheimer’dır (1864-1943). Ona göre de devletin kökeni sosyal sözleşme değil, yağmadır: ‘’İnsanların geçimlerini sağlamak için ihtiyaç duydukları araçları elde etmek için başvurdukları birbirine tamamen karşıt olan iki yöntem vardır. Bunlar çalışma ve yağmadır; ilkinde kişi geçimini kendi emeğiyle sağlar, ikincisinde ise başkalarının emeğinin ürününe el koyar.’’ Oppenheimer ilk yolu ‘’ekonomik yöntem’’, ikincisini ise ‘’siyasî yöntem’’ olarak adlandırır.  Kendisi için şartların uygun olduğu ve gücünün yettiği her durumda kişi hayatını idame ettirmek için siyasî yöntemi ekonomik yönteme tercih eder. Oppenheimer’e göre, devlet tipik olarak siyasî yöntemin, yani yağmanın örgütlenmesidir. Devlet başlangıçta, bir grup insanın yendiği topluluk üzerinde kendi hakimiyetini kurduğu ve iç isyana ve dış saldırılara karşı kendisini güvence altına aldığı bir sosyal kurum olarak doğmuştur. Bu hakimiyetin amacı da yenilgiye uğratılanların ekonomik olarak sömürülmesinden başka bir şey değildi.[iii]

Devlete ilişkin liberteryen felsefenin temelinde de aynı düşünce yatmaktadır. Nitekim, 20. yüzyılın önde gelen bireyci-anarşist düşünürü Murray Rothbard devletin ‘’asla bir toplum sözleşmesiyle yaratılmış’’ olmadığını, aksine onun ‘’her zaman fetih ve sömürüden doğmuş’’ olduğunu savunmuştur.[iv] Başka bir liberteryen düşünür Chandran Kukathas da devletin kökeninin adalet veya özgürlük, hatta düzen arayışında değil, şiddet aracılığıyla güç ve zenginlik arayışında olduğuna dikkat çekmiştir.[v]

Devletçi romantizmin ikinci yönüne, yani devletin topluma hizmet için var olduğu görüşüne gelince, birçok düşünür her nasılsa çok popüler olan bu görüşü de dayanaksız bulmaktadır. Genellikle liberteryen ve (gerek bireyci gerekse kolektivist kanadıyla) anarşist düşünürler tarafından benimsenen bu yaklaşıma göre, devlet aslında topluma hizmet eden değil, toplum karşıtı bir kurumdur. Amerikal liberteryen yazar Albert Jay Nock (1870-1945) bu düşünceyi şöyle dile getirmiştir: ‘’Devlet toplum karşıtı olarak yönetilen bir kurum değil, bizatihi anti-sosyal bir kurumdur.’’ ”Devletin herhangi bir sosyal amaca hizmet etmek için doğduğu fikri tarihsel temelden tamamen yoksundur.”[vi] Liberteryen düşünürlerin devletçi romantizme sadece normatif gerekçelerle karşı çıkmadıklarının, bu karşı çıkışın tarihsel-olgusal dayanaklarının da var olduğunun bir kanıtı olarak, konunun uzmanlarından Charles Tilly’nin çalışmalarına da işaret etmek uygun olur. Charles Tilly’nin konuyla ilgili eserlerinde göstermeye çalıştığı gibi, devlet topluma hizmet etmek için var olan bir kurum değildir, aksine o toplumun sırtından geçinen bir parazitik bir organizasyondur.

Ondokuzuncu yüzyıl Fransız düşünürü Frederic Bastiat’nın (1801-1850) bir yağma aracı olarak devlet görüşünün kavramsal dayanakları Oppenheimer’in ‘’ekonomik yöntem’’ ile ‘’siyasal yöntem’’ arasında yaptığı ayrıma çok benzemektedir. (Tarihsel olarak Bastiat’nın daha önce geldiğini düşünürsek, belki de Oppenheimer’in görüşünün Bastiat’nınkine benzediğini söylemek daha doğru olur.) Bastiat ‘’Hukuk’’ (1850) adlı denemesinde insanların hayat ve mutluluk için zorunlu olan malları elde etmelerinin iki yolunu tespit etmektedir: İnsanlar ya çalışabilir, yani kendi yeteneklerini doğal kaynakların geliştirilmesi için kullanabilirler ya da yağmaya başvurabilir, yani başkalarının emeğinin ürünlerine el koyarak onları tüketebilirler.  İnsanlar zahmetli işlerden kaçınmaya doğal olarak eğilimli oldukları ve çalışmak ta zahmetli olduğu için, çalışmaktan daha kolay olduğu durumda insanlar yağmaya başvurmayı tercih ederler. Yağmayı önleyecek bir hukukun olmadığı yerde devlet tipik olarak bir yağma aracı veya mekanizması olarak işler.

Günümüz düşünürlerinden Chandran Kukathas (d. 1957) devletin anti-sosyal karakterini şu şekilde ifade etmektedir: ”Devlet, kendi otoritesi altındaki grup ve bireylerin çıkarları arasında uyum sağlayan bir varlık değil, kendi ayrı çıkarları olan bir varlıktır. Devlet, hiç değilse bir dereceye kadar, [insana] yabancı bir güçtür; o insan yapımı olsa da [bir kere ortaya çıktıktan sonra] insanın kontrolü dâhilinde değildir.”[vii] Kukathas başka bir yerde aynı görüşü tekrarlamaktadır: ‘’Devlet ortak iyiliğe değil fakat belirli çıkarlara, özellikle de iktidardakilerin çıkarlarına hizmet eden bir aktördür. Onun esas derdi kendini idame ettirmek; temel araçları da eğitim, yeniden-dağıtım vaadi ve şiddettir; (mamafih) bu araçlar farklı rejimlerde ve farklı şartlarda değişik derecelerde kullanılır. Devletin güvenlik endişesi de öncelikle toplumun güvenliği için değil fakat kendi güvenliği içindir.”[viii]

Galiba Amerikalı yazar H. L. Mencken doğru söylemiş: ‘’Devlet gerçekte medenî insanın en büyük fiyaskosudur.’’ Öyle sanıyorum ki, daha medenî ve insanca bir hayat için, ilk önce, devletin hayırhah bir kurum olduğunu vaz eden romantizmden kurtulmamız gerekiyor.

(PolitikYol, 5 Temmuz 2023)


[i] Mancur Olson, Power and Prosperity, 2000.

[ii] David Hume, ‘’Of the Original Contract’’, 1752.

[iii] Franz Oppenheimer, The State, 1922/1908, ss. 15, 24-25.

[iv] Murray Rothbard, Anatomy of the State, 2009/1974, s. 16).

[v] Chandran Kukathas, ‘’Libertarianism without Self-Ownership’’, Social Philosophy and Policy, 2020, s. 89.

[vi] Albert Jay Nock, Our Enemy, The State; 1935, s. 26; ”The Criminality of the State”, 1939)

[vii] Chandran Kukathas, ‘’A Definition of the State’’, University of Queensland Law Journal, 2014, s. 357.

[viii] Chandran Kukathas, ‘’Libertarianism without Self-Ownership’’, s. 81.

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir