Şu müessif gerçeği artık kabul edelim: Türkiye’de toplumun çoğunluğunun zihin dünyasında ‘’hak’’ fikrinin yeri yoktur. Oysa hak fikri ‘’bireysel egemenlik’’ düşüncesiyle ve kişinin kendisini ahlâkî özne olarak kavramasıyla yakından ilişkilidir. ‘’Haricî bir otoritenin hizmet etmelerini söylediği amaçların hizmetkârları olarak değil de kendi projelerini belirleme ve onlara göre eylemde bulunma otoritesine sahip özneler’’ olarak…

Gerçekten de temel haklara asıl ihtiyaç duyanlar kendisini ahlâkî özne olarak algılayan ve ‘’bireysel hayatının özerk inşası’’  gibi bir kaygı güden insanlardır. Ancak bu gibi insanların hayatı kendileri için anlamlı hale getirecek projeleri gerçekleştirmek diye bir derdi olabilir. Böyle bir derdi olmayan kişilerin bu amacın zorunlu kıldığı temel hakların önemini idrak etmesi beklenemez.

Ne var ki, bireyin egemenlik ve özerkliğiyle ve kişilerin kendilerini aktif ahlâkî özneler olarak kavramalarıyla zorunlu olarak bağlantılı olan hak ve özgürlük fikrinin olmadığı yerde insanlar ya ayrıcalık ya da lütuf veya ihsan peşinde koşarlar ki bizdeki durum da maalesef budur. Bununla tutarlı olarak, bizim insanlarımızın çoğu hakları devlete karşı ileri sürebilecekleri iddia veya talepler olarak değil de, tam tersine devlet bağışları olarak görmektedirler.

Bu nahoş gerçeğin sebepleri üstünde derinlemesine düşünmemiz gerekir.  Düşünmemiz gerekir, çünkü hak fikrine sahip olmayan ve dolayısıyla ayrıcalık veya lütuf arayışı içinde olan insanlardan teşekkül eden bir toplum ne barış içinde medenî bir hayata sahip olabilir, ne de demokratik bir rejimi kurup yaşatabilir. Burada mesele devletin bu amaçları güdüyor olup olmadığı değil, toplum olarak bizim bu amaçlara gerçekten bağlı olup olmadığımızdır.

Haklar meselesinde karşı karşıya olduğumuz bu müessif durumun Türkiye’nin siyasî geleneğinde yatan fikrî ve olgusal temelleri bulunmaktadır. Modern Türkiye’nin siyasî geleneği, devamı olduğu Osmanlı sosyo-politik düzeninden pek de farklı olmayarak, devlet-merkezli ve hiyerarşik bir toplumsal-siyasal birlik tasavvurunu temsil etmektedir. Bu diyarda devletin varlığı toplumun iradesinden bağımsızdır; devleti toplum kurmamış, toplum devleti kendi üstünde bir oldu-bitti şeklinde hükümran bir otorite olarak bulmuştur.

Bu durumun siyasî olarak başlıca iki sonucu vardır: Birincisi, Türkiye’de devletin aslî amacı topluma hizmet etmek değil, her ne pahasına olursa olsun kendisini idame ettirmektir. Elbette devletin bekası uğruna feda edilebilecekler arasında, ahlâk ve adalet yanında, bireylerin temel hakları da yer almaktadır. Bu arada, devletin başta güvenlik olmak üzere topluma sağladığı kamusal hizmetlerin de asıl amacı onun kendi egemenliğini tahkim etmek istemesidir.

Türkiye’nin siyasî geleneğinin ikinci sonucu ise şudur: Bugün halâ ülkemizde devlet ile toplum arasındaki ilişki karşılıklılığa dayanan eşitlikçi bir ilişki değil, yukarıdan aşağıya işleyen dayatmacı-hiyerarşik bir ilişkidir.  Başka bir deyişle, bizde devletin ‘’yurttaşları’’ değil, ‘’tebaası’’ vardır. Türkiye’de devlet kendisini toplumun efendisi olarak görmekte, toplumu oluşturan bireylere hak sahibi özneler olarak değil de kendi buyruklarına göre hareket etmekle yükümlü olan astları nazarıyla bakmakta ve onlara öyle muamele etmektedir.

Olgusal olarak baktığımızda da bu gelenekte en fazla göze çarpan şey, devletin bireylere fiilen de -İttihatçıların ünlü mottosunda öngörüldüğü gibi- ‘’hak yok vazife vardır’’ anlayışıyla muamele ede gelmiş olmasıdır. Buna, bugüne kadar hak aramaya kalkanlara devletin hep yüksek maliyetler ödetmiş olduğu gerçeğini de eklemeliyiz. ‘’Bireylerin hakları vardır’’ (Nozick) düşüncesinin Türkiye toplumunda yer etmemiş olmasının arkasında, fikrî ve fiilî yönleriyle işte bu siyasî gelenek yatmaktadır.

İşte devletin bekası üstünde odaklanan, devleti toplumun ‘’üst’’ü veya efendisi olarak gören ve bireylere hak sahibi değillermiş gibi muamele eden bu siyasî geleneğin baskısı insanların devlet karşısında hakları değil de sadece ödevleri olduğu düşüncesini içselleştirmelerini sağlamıştır.   Fakat eklemek gerekir ki, bu durum sadece devletin toplumu pasifize etme çabasının bir sonucu değildir, bunda toplumun bu çabaya gönüllü destek sağlamış olması da elbette etkili olmuştur.

Daha açık bir deyişle, Türkiye toplumunda temel hak fikrinin yer etmemesinde, insanların hem devleti kutsamalarının hem de kendilerini devletle özdeşleştirmelerinin de büyük payı var. Bizim insanlarımızın çoğu ‘’devlet biziz, biz devletiz’’ düşüncesine bağlıdır ve devletle toplumun -yani kendilerinin- adeta kutsal bir organik bütün oluşturduklarına inanmaktadır. Bu arada, resmî söylemde devlet-millet kaynaşması ‘’ihtiyacı’’nın sürekli olarak vurgulanması da bu düşünceyi destekleyen önemli bir faktördür.

Bütün bunlar toplumumuzda hak fikrinin yerleşmesi için elverişsiz bir zemin oluşturmakta ve insanların devlet karşısında hak iddia etmelerini psikolojik olarak zorlaştırmaktadır. (Diyalog, 17 Mart 2024)             

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir