Son PISA araştırmasının Türkiye’yle ilgili olarak ortaya koyduğu ürkütücü veriler, her defasında olduğu gibi bu sefer de neredeyse bütün ülkede yaygın bir alarm psikolojisine neden oldu.  PISA, biliyorsunuz, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) tarafından üç yılda bir yapılan ‘’Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı’’nın kısaltması.

Türkiye’deki alarmın nedeni, PISA 2022’nin ‘’okuduğunu anlama, matematik ve fen bilimleri’’ni kapsayan verilerinin eğitim-öğretimden genel olarak beklenen temel bilgi ve becerilerin geliştirilmesinde Türkiye’li öğrencilerin skorunun fevkalâde düşük olduğunu göstermesi.

Nitekim söz konusu araştırmanın bulgularına göre, 15 yaş grubundaki Türkiyeli öğrenciler 37 OECD ülkesi arasında okuma becerilerinde 30’uncu, matematik alanında 32’nci, fen alanında ise 29’uncu sırada yer aldı. Bu skorlar, Türkiyeli öğrencilerin her üç alandaki skorlarının OECD ortalamasının altında olduğu anlamına geliyor.

Okuma becerilerindeki düşük skor bize kısaca şunu söylüyor: Öğrencilerimiz okuduklarını anlamıyorlar. 

Gerçi bu ve başka araştırmalar son yıllarda öğrencilerin beceri veya bilgi düzeylerinde sadece Türkiye’ye özgü olarak değil genel olarak bir gerileme olduğunu ortaya koymaktadır, ama bunda iki yıl kadar süren malum ‘’pandemi’’nin etkisi vardır. Ancak, Türkiyeli öğrencilerin her üç alandaki skorlarındaki düşüşün ürkütücü boyutlarda gerçekleşmesi tek başına pandemiyle açıklanabilir gibi görünmemektedir.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Türkiye’yle ilgili alarm-verici bu verilerin kimse için sürpriz olduğunu sanmıyorum. Eğitim-öğretimle ilgili durumun sadece PISA’nın ölçtüğü muayyen bilgi ve beceriler bakımın değil, genel olarak vahim olduğunu hepimiz zaten biliyoruz, biliyorduk. Türkiye’nin eğitim sistemi çocuklar ve gençlerde kişisel yetenekleri, hayatın bilinmezlik ve zorluklarıyla baş etme becerilerini, standart muhakeme yeteneğini, serbest, yaratıcı ve eleştirel düşünmeyi geliştirmediği hiçbirimizim meçhulü değildir.

Çünkü müfredatı ve kadrolarının donanımı bakımından mezkur hedefleri gerçekleştirmeye elverişli olmadığı gerçeğini bir yana bırakalım, daha da temelde bu sistem eğitimle ilgili evrensel amaçları gerçekleştirmenin peşinde değildir. Esas olarak ideolojik şartlandırma ve endoktrinasyona dayanan Türk eğitim sistemi, bırakınız öğrencilerde söz konusu becerileri geliştirmeyi, aksine onların zihnî melekelerini dumura uğratmaktadır.

Türk eğitim sisteminin temel amacı muhakeme yeteneği gelişmiş, eleştirel ve yaratıcı düşünebilen bireyler yerine, dünya görüşü ve ideoloji bakımından ‘’rejimle uyumlu’’, Devlete ve kamu otoritelerine sorgusuz-sualsizi itaat edecek ‘’kesin inançlı’’ yurttaşlar yetiştirmektir.  

Bu arada, ilk ve orta öğretimi böyle kurgulanmış olan bir ülkenin akademik hayatından da fazla umutlanmamak gerekiyor. Nitekim Türkiye’nin öteden beri zaten yapısal, idarî ve akademik sorunlarla malul olan yükseköğretim sistemi, AKP-MHP iktidarında yerden mantar biter gibi -adeta günaşırı- yeni ‘’üniversiteler’’ doğmasının da etkisiyle, son yıllarda iyice çığırından çıkmış durumdadır. Ne var ki, köklü sayılabilecek üniversitelerin kalite kaybına uğratılması bir yana, son yıllarda kurulan gecekondu üniversitelerin akıldışı sayısal büyüklüğe ulaşması Türkiye’nin bilimsel geleceği için hiç te hayra alâmet gelişmeler değildir.

Eleman alımında ve akademik yükseltmelerde ehliyet ve liyakatin yerini gitgide yandaş kayırmacılığının aldığı, akademik kadroların -başarıları objektif kriterlerle ölçülen kişiler yerine- formasyonları ve dil bilgileri bakımından evrensel bilimi takip edebilecek donanımdan yoksun olanlarla doldurulduğu, kontrolsüz bir şekilde akademik unvan dağıtıldığı, profesör ve doçent sayısının hızla yükseldiği bir ‘’üniversite sistemi’’miz var artık.  Nitekim bugün Türkiye’de 35 bin civarında profesör, 23 bine yakın doçent ve 44 binden fazla ‘’Dr. Öğretim üyesi’’ var.

Doktora öğreniminde ve Doçentlikte dil barajı aşağılara çekildiği, Doktora tezlerinde akademik standartların gözetilmesinde pek titiz davranılmadığı, Doçentlik sınavı kaldırıldığı ve profesörlüğe yükseltme ve atamalar artık neredeyse sadece kıdem esasına dayandırıldığı için önümüzdeki yıllarda bu sayılar hızla artmaya devam edecektir. Bu şartlarda akademiklerin sayısının artmasının bilimsel bilgi üretiminin artması ve üniversite eğitiminin kalitesinin yükselmesi anlamına gelmeyeceği de izahtan varestedir.

Bu yazıyı bir meslektaşım’ın aktardığı bir anekdotla bitireyim. Prof. Dr. Ahmet Battal yıllar evvel bir ‘’yardımcı doçent’’in şu yakınmasına tanık olmuş: “Vakti gelen yüzbaşı binbaşı oluyor da süresini dolduran yardımcı doçent neden doçent olamasın. Vakti gelen doçent de neden profesör olamasın.” (‘’Bilim Adamı Tornası’’, Yeni Asya, 9 Aralık 2023)

Daha sonra Profesör olmuş olan o ‘’yardımcı doçent’’ artık müsterih olabilir: AK-MHP koalisyonunun himmetleri sayesinde, kendisinin hayal ettiği üniversite sistemine nihayet kavuşmuş bulunuyoruz! (Diyalog, 17 Aralık 2023)

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir