Siyaset teorisi literatüründe demokrasiden bir “ideoloji” olarak söz edildiği vaki olmakla beraber, demokrasiyi bir “felsefe” olarak nitelemek pek yaygın değildir. Zaman zaman onun bir “hayat tarzı” olduğu söylenirse de, demokrasi genellikle siyasi rejim türleri arasında ele alınır. Yine de, bir felsefe olarak demokrasiden değilse de, “demokrasinin felsefesi”nden bahsedildiği durumlar vardır. Ne var ki, bugün demokrasi derken kastedilen esas olarak “liberal demokrasi” olduğu için, böyle karma bir kavrama tutarlı bir felsefi temel bulmak hiç kolay değildir. Çünkü liberalizmle demokrasi birbiriyle ilişkili olmakla beraber, bunlar temelde farklı kavramlardır. Ama yine de “liberal demokrasi”yi felsefi olarak temellendirmek zorunda olsaydık, galiba bunun için en iyi aday özgürlükle eşitliği birleştiren bir “felsefe” olurdu. Esasen, demokrasinin bu iki temel değer üzerine oturduğu çok yaygın bir düşüncedir. Bir örnek olarak, Leslie Lipson demokrasinin “vatandaşları için mümkün olduğunca fazla hürriyet ve eşitliği birleştiren bir yönetim şekli” olduğunu belirtmiştir.

Eşitliğin demokrasiyle zorunlu bir bağlantı içinde olduğu açıktır, ama hürriyet, daha çok, günümüz demokrasilerinin aynı zamanda “liberal” rejimler olmalarıyla ilgilidir. Bununla, “liberal” sıfatından arındırılmış saf “demokrasi”nin özgürlükten büsbütün bağımsız olarak anlaşılabileceğini kastetmiyorum. Şüphe yok ki, özgürlükle demokrasi bu durumda da birbiriyle ilişkilidir. Meselâ, demokrasinin öznesi olan “halk”ın bireyci bi­çimde anlaşılması durumunda de­mokrasi ile özgürlük büyük ölçüde örtüşür. Böyle bir durumda, halkın kendi-kade­rini belirlemesi (demokrasi), bireylerin kendilerini belirleyen kararları alması anlamına gelecektir. Başka bir ifadeyle, bu anlayışta demokrasi bireysel self-determinasyonun bir uzantısı veya türevi olarak ortaya çıkmaktadır.

Ayrıca, ancak farklı görüşleri halka sunma öz­gürlüğünün var olduğu ve halkın istediği kararı vermekte öz­gür olduğu yerde, demokrasinin öznesi olarak “halk” kavramı an­lamlıdır. Bu nedenle ifade, örgütlenme ve toplanma özgürlükleri de­mokrasinin varlık şartlarıdır. Başka bir anlatımla, bir demokra­side te­mel bireysel özgürlüklerin varlığı zorunludur. Bir demokrasiyi “liberal” olarak nitelemenin, özgürlüğü eşitlikle birlikte kurucu değer düzeyine çıkarmaktan başka sonuçları da vardır, ama şimdiki konumuz bu değildir.

Onun için, günümüz demokrasi anlayışında özgürlüğün vazgeçilmezliğini esas olarak liberalizme bağlamakla anlatmak istediğim, kendi başına “demokrasi” için özgürlüğün gerekli olmadığı değil, fakat onun demokrasinin kurucu olmaktan çok tamamlayıcı bir unsur olduğudur. Oysa aynısını eşitlikle demokrasi ilişkisi için söyleyemeyiz. Çünkü, eşitlik demokrasinin kurucu-tanımlayıcı bir değeridir. Eşitlik ilkesinin demokratik düşüncede merkezî bir yeri vardır; demokratik teori açısından bütün insanların eşit oldukları bir postula değerindedir. Çoğu demokrat hem eşitlik ilkesinin –bütün insanlara eşit muamele edilmesi gereğinin- kendiliğin­den geçerli olduğunu, hem de bu ülkenin en iyi bir de­mokraside korunup geliştirileceğini kabul ederler. Bu nedenle eşitliğe bağlı­lıkla demokrasiye bağlılık arasında sıkı bir ilişki vardır.

Mamafih, bu anlamda eşitlik liberalizmin de temel değerlerindendir. Esasen, eşitliğin bu anlamı liberalizmin ”bireyci” halk tasavvuruyla uyumludur. Buna göre, bir demokrasiyi tanımlayan kamusal kararları “halk”ın alması ise, o zaman halkın kurucu unsurları olan bütün bireylerin işin içinde olması, yani kararlara katılması gerekir. Bu da her bir bireyin eşit söz hak­kına sahip olması gerek­tiği anlamına gelir. Demokra­sinin ayırt edici bir özeliği ol­duğu genel olarak kabul edilen “bir kişi bir oy” düşüncesi bunun dolaysız bir ifadesidir. Aksi halde, kararlar halk içinde bir grup tarafından alın­mış olur, yani bu gruba dahil olan bireyler orantısız bir söz hakkına sahip olmuş olur.

Eşitlik ilkesinin başka bir gereği de “eşit muamele”dir. Demokrasi, liberalizm gibi bütün “kişiler”e değilse de, bütün yurttaşlara eşit olarak mu­amele edilmesini şart koşar. Bu anlamda eşit­lik yeknesaklık demektir. Eşitliğin bir de orantı anla­mına gel­diği durumlar olduğu söylenirse de bu anlam aslında adaletle ilgilidir. Orantı anlamında adalet farklılıklar ölçü­sünde farklı muameleyi gerektirir.

Şimdi problem şu ki, liberal demokrasinin eşitlik ve özgürlüğün bir tür sentezi olduğunu söylemek ilk bakışta sanılabileceği kadar sorunsuz değildir. Çünkü, başka benzerleri gibi, bu iki temel değer arasında da uyum kadar uyumsuzluk da vardır. Eşitlikle özgürlük bazen birbirlerini tamamlarlar, ama bazen da birbirleriyle çatışırlar. Günümüz demokrasilerinde başka örnekleri de bulunabilecek olan bu türden çelişkiler, bir yanıyla, liberalizmle demokrasi arasındaki gerilimden kaynaklanmaktadır. Çünkü, çok kısaca belirtmek gerekirse, demokrasi esas olarak yönetimin halka dayanmasını gerektirirken, liberalizm halka dayanan bir rejimin bile sınırlı olmasını ister. Demokrasi tanımı gereği “katılımcı”dır, buna karşılık liberalizm sivil hayat alanının “kamusal” müdahalelerden korunmasına ve dolayısıyla sivil özgürlüklerin dokunulmazlığına öncelik verir. Demokrasi seçilmiş çoğunluğu yetkilendirmekten, liberalizm ise onu kurallara bağlamaktan yanadır.

Şüphesiz, eşitlikle özgürlük sadece demokrasi-liberalizm ilişkisinin niteliğinden dolayı değil, kendi pratik sonuçları bakımından da gerilimli bir ilişki içindedirler. Söz gelişi kimi yazarlar “biçimsel” özgürlüklerin kabul edilemez eşitsizliklere yol açtığını ileri sürerken, başka yazarlar da eşitliğin özgürlüğü tehlikeye atacağından endişe ederler. İlk görüşe göre, bireylerin devle­t düzenlemesin­den özgür olmaları, onların aynı zamanda başka bireyler pahasına -onları sö­mürerek- servet biriktir­mekte de özgür oldukları anlamına gelir. Ayrıca, devlet faaliyetiyle değiştirilmediği sürece, toplumsal yapı bazı bireylere ekonomik çıkarlarını gerçekleştirme hususunda büyük avan­tajlar sağlayacaktır. Bu şartlar altındaki öz­gürlük, maddî kaynakların ve -genel olarak- iyi bir hayat için gerekli olan araçların dağılımında büyük eşitsizlikler yara­tır. Üstelik, bu görüşe göre, ekonomik eşitsizliğin varlığı hem ikti­sadî hem de politik gücün az sayıda kişinin elinde toplanması demektir.

Buna karşılık “özgürlükçü” düşünürler de eşitleştirmeci devlet faaliyetinin, özellikle genel ve daimi bir politika olarak benimsenmesi durumunda, bireysel özgürlüğü tehlikeye attığını ileri sürerler. Lord Acton bir keresinde “Ölümcül eşitlik tutkusu öz­gürlük ümidini boşa çıkarmıştır” de­mişti. Bu görüş açısından, sosyo-ekonomik eşitliği gerçekleştirmek için devlet faaliye­tine başvurul­masının, kaçınılmaz olarak, devletin bireysel özgürlüğe tecavüz etme­siyle sonuçlanacağı söylenebilir. Devlet daha fazla eşitlik sağlamak için özel ilişkileri denetlemek ve dengelemek üzere kendinde daha bü­yük güç toplayacaktır; bunun ise siyasî iktidarı bir istib­dada dönüştürmesi ihtimali vardır. Isaiah Berlin tam sosyal eşitlik idealinin, son derece merkezî ve despotik bir otorite olma­dan gerçekleştirileme­yeceğini söylemişti. Öte yandan, sosyal eşitlik toplumu üniform hale getirerek bireyleri “atomlaştırır”, toplumu tek-tip bireylerden oluşan bir kitleye dönüştürür. Bu ise, bireyleri hem devlet karşısında hem de “kamu­oyu”nun sos­yal baskıları karşısında korunaksız kılar.

Bir hayli yaygın bir görüşe göre, özgürlükle eşitlik arasında, en iyi, “fırsat özgürlüğü” kavramı aracılığıyla bir denge kurulabilir veya uyum sağlanabilir. Çünkü, “fırsat eşitliği özgürlükleri eşit­ler.” Mamafih, bu çözüm de genellikle sanıldığı kadar sorunsuz değildir. Nitekim, fırsat eşitliği herkesin fırsatlara ulaşabilmek ba­kımından eşit olması yanında, başlangıçtaki maddî şartların da herkes için eşit olması anlamına geliyorsa, bunun, meselâ Hayek’in iddia ettiği gibi “herkesin beşeri çevresinin devlet tarafından denetim altına alınması” ölçüsünde değilse bile, bazı kişi ve grupların özel olarak ve başkaları aleyhine kayrılması şeklinde, kısmen müdahaleci bir devleti gerektireceği açıktır.

Denebilir ki, nitekim denmiştir de, bireysel özgürlüğün azalmasına yol açsa bile, insanlar daha fazla eşitliğin sağlanması için devlet faaliye­tini arzu edebilirler. Böyle bir du­rumda özgürlükteki azalma­nın sınırlı tutulması kaydıyla, rejimin halâ “liberal de­mok­rasi” olduğu söylenebilir. Bununla beraber, daha fazla eşitlik iste­ye­nin halkın tümü olmaması durumunda yine bireysel özgür­lükle ilgili problem­ler ortaya çıkacaktır. Başka bir ifadeyle, çoğunluk tarafından is­tenen devlet faaliyeti, birçok durumda, azınlıkta kalan bireylerin özgürlüğünün haksız olarak gasp edilmesi anlamına gelebilir. (Star-Açık Görüş, 3 Ekim 2010)

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir