I

Türkiye’nin anayasal ve hukuki düzenini yenilemesini zorunlu kılan birçok neden var. Çoğu kimsenin aşağı yukarı farkında olduğu bu nedenler arasında Kürt sorununun çözümünü kolaylaştırma ihtiyacı şüphesiz ki önemli bir yer tutuyor. Kürt sorununun çözülmesinden değil de “çözümünün kolaylaştırılması”ndan bahsetmem boşuna değil. Çünkü, anayasal düzenleme, başka temel sorunlarımız gibi, bu büyük sorunumuzu da kendi başına çözemez. Ne var ki, hâlihazırdaki anayasal düzen çerçevesi içinde kalındığı sürece de Kürt sorununun çözülmesi neredeyse imkânsızdır. Çözüm için, her şeyden önce, 1982 Anayasası adlı “ayak bağı”ndan kurtulmamız gerekiyor. Ancak bunun için uygun bir anayasal çerçeve tesis ettikten sonradır ki bu sorunu çözmeyi umabiliriz. Kısaca, Kürt sorununun çözümü için yeni anayasa zorunludur ama yeterli değildir.

Şüphe yok ki, çözüm en başta “yeni anayasa”nın hem nasıl yapılacağına, hem de içeriğinin ne olacağına bağlıdır. Ama buna geçmeden önce, “çözüm”den ne kast ettiğimi kısaca açıklamalıyım. Çünkü, yapmayı tasarladığımız yeni anayasa herhangi bir “çözüm” –meselâ, “ayrılma”- için değil, belli bir tür çözüm için bir zemin teşkil edebilir. Şöyle ki: Yeni anayasa ancak bir arada yaşama iradesine sahip olan topluluklar için böyle bir ortak varoluşun uygun çerçevesini tesis edebilir; ama eğer bu anayasayı yapması öngörülenler arasında yer alan unsurlardan bazıları toplumun geri kalanıyla bir arada yaşama iradesi taşımıyorsa, anayasayı ne kadar mahir bir şekilde tasarlarsak tasarlayalım Kürt sorununun çözümünü kolaylaştırmayacaktır. Çünkü, toplumu oluşturan unsurlardan biri kendi çözümünü bu anayasanın dışında tasavvur etmektedir.

Daha açık bir şekilde ifade edersek: Kürt sorununun ülkenin “temel hukuk”unu yenilemekle çözülebilmesi için, Türklerin de bunu istiyor olmaları şartıyla, Kürtlerin Türkiye toplumunu oluşturan diğer unsurlarla birlikte yeni bir Türkiye kurmayı, yeni Türkiye’nin kurucu aktörlerinden biri olmayı sahiden istiyor olmaları gerekir. Dolayısıyla, eğer Kürtlerin gönlünde yatan ayrı bir siyasî birlik kurmak ise, o zaman Türkiye’nin “yeni anayasası” onlar için bir çözüm olmayacak demektir. Bu, onlar için bir çözüm olmayacağı gibi “Türkler” için de çözüm olmayacaktır.

Gerçi, ahlâkî olarak, hiç bir halk birlikte yaşamak istemediği bir toplumla aynı siyasî birlik altında yaşamaya zorlanamaz. Bu bakımdan, “Kürtler”in Türkiye’den ayrılarak kendi siyasî birliklerini kurmayı istemeye ahlâkî olarak hakları vardır. Ama bu hakkın uygulamaya geçirilmek istenmesi halinde ortaya çok ciddî pratik, hatta teorik sorunlar çıkacaktır.

İlk olarak, Türkiye’nin Kürt vatandaşlarını, kendi ayrı siyasî birliklerini kurma iradesi gösteren kolektif bir heyet, bir “halk” olarak tanımlamada ciddî zorluklar söz konusudur. Diyelim ki, Kürtlerin “ayrılma hakkı” prensip olarak kabul edildi ve bu hakkı kullanmalarına imkân vermek üzere bir plebisit yapılması düşünülmektedir. Şimdi, bu plebisit etnik topluluk temelli mi, yoksa bölgesel temelli mi yapılacaktır? Başka bir anlatımla, plebisite Türkiye’nin neresinde yaşıyor olursa olsun bütün Kürt yurttaşlar mı, yoksa sadece Kürt nüfusun ağırlıklı olarak yaşadığı illerde yaşayanlar mı katılacak?… Diyelim birinci yolu tuttuk ve Kürtlerin çoğu ayrılmayı seçti. Bu durumda, ayrı bir “Kürt” devletinin kurulmakta olduğu varsayımı altında, Türkiye Cumhuriyeti bütün Kürt vatandaşlarını ya “Kürt devleti”ni ya da Türkiye vatandaşlığını seçmeye zorlamayacak mıdır? Böyle bir durumda, artık daha belirgin bir Türk etnik devleti haline gelecek olan Türk(iye) Cumhuriyeti’nin; işi, geçimi ve diğer insanî ve toplumsal bağları nedeniyle Türkiye vatandaşlığında kalmayı tercih eden Kürtlere -onların kültürel haklarını tanımamanın bir bahanesi olarak- “Kürt devletini tercih etmediğine göre artık bir ‘Türk devleti’nde yaşamanın gereklerine uymayı peşinen kabul etmiş sayılırsın” demesi nasıl engellenecektir?

Bölgesel temelli bir ayrılma ihtimali de bundan daha az sorunlu olmayacaktır. Her şeyden önce, hem Kürtlerin Türkiye’nin her yerine dağılmış olması, hem de Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadıkları bölgede hatırı sayılır miktarda Kürt olmayan nüfusun yaşadığı gerçeği karşısında, Kürtler –veya “Kürt siyasî hareketi”- Türkiye’nin kimi illerini kendi egemenlik alanı olarak tanımlama yetkisini nereden alacaktır? Denebilir ki, Kürtlerin kendilerinin çoğunluğu oluşturdukları illeri kendi bölgeleri olarak tanımlamaya hakları vardır. Ama, azınlıkta kalanların haklarına riayet etmek şartıyla, ‘’çoğunluk kuralı’’ çerçevesinde bunu kabul etsek bile, tarihsel ve güncel gerçekler karşısında Türkiye’nin belli bir bölgesini “Kürtlere ait” saymak pratik olarak mümkün görünmüyor. Çünkü, Kürtler gibi Türkler de Türkiye’nin tamamını “vatan” saydığından, Kürtlerin “burası sadece bizi ilgilendiriyor” deme şansı bulunmamaktadır.

Bu durumda, Türkiye’nin belli bir bölgesinin Kürtlere bir egemenlik alanı olarak ayrılmasının sadece Kürtler arasında veya “bölgede” yapılacak bir oylamada kararlaştırılamayacağını kabul etmek gerekir. Böyle bir karar, olsa olsa, bütün Türkiye vatandaşlarının katılacağı genel bir oylamada alınabilir ki, böyle bir ihtimalde ayrılıkçı Kürtlerin bu siyasî emellerini gerçekleştirme şansları zaten yoktur. Bu da Kürt ayrılıkçılığına tek yol olarak silâhlı mücadeleyi bırakmaktadır. Ne var ki, bu yol şimdiye kadar başarılı olmadığı gibi, bunun şimdiden sonra da başarılı olma şansı yoktur. Üstelik bunun her iki taraf için de insanî maliyeti katlanılabilir değildir.

Bu sorunlara dikkat çekme ihtiyacı duymamın nedeni, PKK-KCK-BDP ekseninde ifadesini bulan “Kürt siyasî hareketi”nin gerçekte neyi istediği konusunda sarahat olmamasıdır. Nitekim bu hareket zaman zaman Kürt sorununun Türkiye’nin siyasî bütünlüğü içinde ve demokratik yollardan çözülmesinden yana olduğunu dile getiriyor, ama izlediği siyaset bunu doğrulamıyor. Bunun en belirgin göstergesi, “demokratik özerklik” dedikleri şeyi gerek tanımlama tarzları gerekse bunu sözde tek-taraflı olarak uygulamaya geçirme girişimleridir. Oysa, bu satırların yazarının da dâhil olduğu, Kürtlerin hak taleplerine sempatiyle bakan birçok kişinin epeydir yazdığı gibi, bunların tanımladığı şekliyle “özerklik” ne demokratiktir ne de uygulanabilirliği vardır. Öte yandan, yukarıda özetlediğim teorik ve pratik nedenler karşısında, BDP-KCK çevresinin sadece kendilerini değil bütün Türkiye yurttaşlarını ilgilendiren “demokratik özerklik”i tek taraflı olarak hayata geçirme teşebbüsü de, onların Türkiye toplumunun geri kalanıyla birlikte yaşamayı sahiden istediğinden kuşku duymamıza neden olmaktadır. Ayrıca, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadığı illerdeki yüksek temsil gücünü görmezlikten gelerek, Kürtleri sadece kendileri temsil ediyormuş gibi davranmaları da onların demokrasi konusundaki samimiyetlerini kuşkulu hale getirmektedir.

Kısaca, yeni anayasanın Kürt sorununun çözümü için elverişli bir zemin oluşturabilmesi, her şeyden önce, “Kürt siyasî hareketi”nin ayrı bir devlet veya devlet-benzeri bir siyasî düzenleme peşinde olmadığını açık-seçik ve ikna edici bir biçimde göstermesini gerektirmektedir. Bu münasebetle şunu da hatırlatmak isterim ki, başarılı olması halinde Kürt ayrılıkçılığının Kürtler için özgürlük getireceği çok kuşkuludur; ama bunun kadar önemli olan ve çoğu kimsenin gözden kaçırdığı başka bir nokta da, Kürtlerin Türkiye’den ayrılmasının geri kalan Türkler için de hiç de hayırlı olmayacağıdır: Türkiye’nin de kendisini etnik bir devlet olarak tanımlamasıyla sonuçlanabilecek olan böyle bir ihtimal gerçekten Türkler için de bir felâket olur. (Taraf, ‘’Kürt Sorunu ve Yeni Anayasa, 20 Temmuz 2011)

II

Geçen yazıda, başka nedenler yanında, Kürt sorununun çözümünün imkân dahiline girebilmesi için de “yeni anayasa”nın şart olduğunu, ama bunun da her şeyden önce Kürtlerin Türkiye’de “Türkler”le bir arada yaşama iradesine sahip olmalarına bağlı olduğunu yazmıştım. Şimdi, o yazıda dile getirdiğim rezervleri bir yana bırakıyor ve söz konusu iradenin var olduğunu farz ederek anayasa meselesine geçiyorum.

Anayasa, her şeyden önce, bir topluluğun kendisini bir “halk” veya “siyasi bir heyet” olarak kurduğunu simgeleyen bir pakttır. Anayasanın bir “sözleşme” olması işte bu siyasi birlik iradesinin bir uzantısı olarak anlaşılmalıdır. Bu demektir ki, anayasanın içeriği üzerinde uzlaşma sağlayabilmek için, onu oluşturacak nüfusun içinde ortak bir birlik tesis etme konusunda herhangi bir tereddüt olmaması gerekir. Açıktır ki, sahiden bir birlik oluşturma iradesi taşımayan unsurların anayasanın içeriğini belirleyecek bir “sözleşme” üretmeleri mümkün değildir. Öte yandan, bu yolla yapılacak bir anayasaya bağlı kalmak da anayasayla ortaya konmuş olan beraber yaşama iradesinin ve bu yönde yapılmış olan taahhüdün gereğidir.

Türkiye örneği üzerinden konuşursak, “yeni anayasa”nın Kürt sorununun çözümünü kolaylaştırması işte ancak böyle bir zemin üzerinde mümkündür. Kürtler yeni bir anayasa yapma konusunda “Türkler”le bu anlayış doğrultusunda birlikte hareket ederlerse çözüm için gerçekten de ilk ve en büyük adım atılmış olur. Çünkü, insanlar yapılmasına katıldıkları süreçlerin sonunda üretilen kararları benimseme ve onlara uyma konusunda daha büyük bir isteklilik gösterirler. Bu demektir ki, Kürtlerin bu iradeyi göstererek Türklerle birlikte ortak bir siyasî birlik altında yaşamanın çerçevesini belirlemeleri bu çerçevenin (anayasanın) içeriğinin ne olacağından daha önemlidir. En azından bu meselede, meşhur deyimle, “usul esastan önemlidir.”

Burada, habire Kürtlerin ne yapması gerektiğinden söz etmekle, ilk bakışta sanılabileceğinin aksine, onları tek taraflı bir ödev altına sokmak istiyor değilim. Çünkü, bu meselenin diğer yanında hem “Türkler”in de aynı ödev altında olması var, hem de Kürtlere terettüp eden ödevin de bir “hak” tarafı var. Şöyle ki: Sözünü ettiğim birliğin sahici olması sadece Kürtlerin değil, Türklerin de Kürtlerle beraber yaşamak istemelerine ve ortak girişimin eseri olacak olan “sözleşme”nin şartlarına uyma iradesini göstermelerine bağlıdır. Öte yandan, burada Kürtlerden yana sadece bir “ödev”den değil, fakat aynı zamanda bir “hak”tan da söz ediyorum: İnsanların kendilerini bağlayacak olan kural, kurum ve politikaların belirlenmesine katılmaya hakları vardır. Tersinden söylersek, hiç kimse yapılmasına katılmadığı bir karara uymaya zorlanamaz. Aksi halde özgürlükten değil tahakkümden söz etmiş oluruz.

Bütün bu anlatmaya çalıştığım şey, epey bir zamandır Türkiye’nin gündeminde olan “yeni anayasa” çerçevesinde özellikle anlamlıdır. Türkiye toplumu -belki 1921 Anayasası hariç- tarihinde ilk defa kendisini hukukî-siyasî bir kimlik olarak tesis edecektir. Çoğu kimse -özellikle de Türkler- eminim bunun aksini düşünüyordur. Onlara göre, “Türk milleti (veya “Millet/Milletimiz”) kendisini ilk defa siyasî bir heyet olarak inşa edecek konumdaki nevzuhur bir toplum değildir; Türkiye Cumhuriyeti zaten Türk milletinin siyasî birlik oluşturma iradesinin eseridir.” Kanaatimce, bu görüş iki nedenle kusurludur.

Birincisi, burada sözünü ettiğimiz, “millet”in kültürel-tarihsel kavranışı değil, hukukî-siyasî bir varlık olarak “millet” veya kısaca siyasî toplumdur. Esasen, Türkiye’deki temel mesele -Kürt ve azınlık sorunlarına ilişkin bildik yansımalarıyla birlikte- “millet”in öteden beri kültürel olarak tanımlana gelmiş olmasıdır. İkinci olarak, yapılış tarzlarını göz önüne aldığımızda, Cumhuriyetin hiçbir anayasası toplumun kendisini siyaseten inşa ettiği belgeler değildir; bunlar, esas itibariyle, devletin kendisine uygun bir “millet” devşirmesine dayanaklık eden belgelerdir. Bugün eğer yapabilirsek, -Türkler, Kürtler ve diğer unsurlarıyla birlikte- Türkiye toplumu olarak ilk defa kendimizi yine kendimizin belirlediği siyasî ilkeler etrafında bir birlik olarak kurabileceğiz.

Bütün bunlardan sonra, çoğu kimse, “Peki öyleyse, bizim nasıl bir anayasaya ihtiyacımız var?” diye soracaktır. Bu haklı bir soru olabilir, ama eğer bununla kastedilen muhtemel anayasanın içeriğinin ayrıntılarını ortaya koymak ise, benim burada bunu yapmaya kalkışmam baştan beri söylediklerimi inkâr etmem demek olurdu. Çünkü, oluşturulması düşünülen siyasî birliğin kuralları “bilimin otoritesiyle” -veya başka bir otorite tarafından dayatılamaz; bunlar ancak bu birliği oluşturanlarca müzakereci bir süreç içinde belirlenebilirler.

Yine de, anayasanın “kuralları” değilse de ona hâkim olması gereken “ilkeler” hakkında birkaç not düşmek uygun olur sanıyorum. Ben bunları esas itibariyle “negatif” ilkeler -ne yapılması gerektiğini belirtmek yerine, kaçınılması gereken şeyleri gösteren ilkeler- olarak düşünüyorum. Bu çerçevede kaçınılması gereken şeylerin başında, kurulacak siyasî birliğin aşırı “birlikçi” ve milliyetçi olması gelmektedir. “Birlikçi” anlayışa dayanan bir anayasanın farklılıkları bir arada tutmak için hiç de uygun bir çerçeve oluşturmayacağı aşikârdır.

Milliyetçilik ise, kurucu unsurlardan birinin -tabiî ki, çoğunlukta olanın- kültürel kimliğini ve hatta siyasi iradesini öne çıkarmak ve diğer kimlikleri ona tâbi kılmak suretiyle, farklı unsurların bir arada yaşama iradesini zedeler ve toplumsal barışı tahrip eder. Kürt sorununun çözülmesini konuştuğumuz bir yerde böyle bir tercihin zaten hiç masada olmaması gerekir. Birlikçiliğin başka bir tehlikesi de iktidarı merkezileştirmesi ve onu bütün topluma vesayet edecek geniş yetkilerle donatmasıdır. Onun için, eğer sahiden özgür, demokratik ve çoğulcu bir birlik kurma peşindeysek, merkeziyetçiliğin her türünden uzak durmamız gerekiyor.

Aynı temel yaklaşım, ayrıca, yeni anayasanın mümkün olduğunca “usulî” bir metin olarak tasarlanmasını da gerektiriyor. Bununla, kamu hayatına ilişkin olarak hangi temel siyasetlerin izlenmesi gerektiğini değil, fakat bu siyasetlerin nasıl bir yöntemle kararlaştırılacağını gösteren bir anayasayı kastediyorum. Buna bağlı olarak, “negatif” anayasa, kültürel ve ideolojik içerikten mümkün olduğunca arındırılmış anayasa demektir. Bu iki özelliğiyle birlikte, “negatif” veya “usuli” anayasa bir yandan kültürel çeşitliliğin muhtelif unsurlarına – siyasî olanı dahil- kendilerini ifade için daha geniş alan bırakır, öte yandan siyasî partilere ve temsilî kurumlara ideoloji ve politika dayatmamak suretiyle topluma demokratik müzakere için daha geniş bir alan bırakır.

Türkiye toplumu olarak, umarım önümüzdeki aylarda hiç değilse bu kadarını başarabiliriz. Hem Kürt sorununun hem de diğer temel sorunlarımızın çözümü için… (Taraf, 27 Temmuz 2011)

III

“Anayasal yurttaşlık” tartışması Türkiye’nin gündemine ilk defa 1990’ların ilk yarısında girmişti. İlginçtir, bugünkü gibi o zaman da siyasi seçkinlerin aklında Kürt sorununun çözümüne katkı yapmak düşüncesi vardı. Nitekim, bu kavramı resmî gündeme taşıyan zamanın cumhurbaşkanı Demirel daha önce de “Kürt realitesini tanıyoruz” demişti. Üç yıldır gündemde olan ve adı birkaç defa değişen malum “Açılım”la ilgili olarak da zaman zaman “anayasal yurttaşlık”tan söz edilmektedir. Birçok kişi kavramın atıfta bulunduğu siyasi anlayışın Kürt sorununun çözümü için de uygun bir çerçeve sağlayabileceğini düşünüyor.

“Anayasal yurttaşlık” kavramı genellikle çok-kültürlü toplumlarda siyasi kimliği tanımlamanın ve dolayısıyla siyasi sadakat sorununu çözmenin bir yolu olarak takdim edilmektedir. Buna göre, soy ve dil birliğine dayanan geleneksel “ulus” anlayışı günümüz çoğulcu toplumlarındaki siyasî kimlik sorunlarını çözemez. Etnik, kültürel ve dini farklılıkların karakterize ettiği böyle bir toplumda siyasî sadakat kültürel birliğe (“ulusal kültür”e) değil fakat ancak liberal-demokratik bir anayasanın norm ve değerlerine dayanabilir.

Birçok kişi böyle soyut referansları olan bir siyasî kimliğin çoğulcu toplumları bir arada tutabilecek bir sivil bağ olarak işlev göreceğinden ve toplumsal bütünleşmeye hizmet edebileceğinden kuşku duymaktadır. Başta Habermas olmak üzere anayasal yurttaşlık teorisyenleri ise bunun mümkün olduğu görüşündedirler. Çünkü, Habermas’a göre, bu norm ve değerler hem toplumdaki farklı hayat tarzları karşısında tarafsız oldukları, hem de bütün yurttaşların müzakereci bir kamusal tartışmaya aktif katılımı yoluyla şekillenecekleri için, pekâlâ bu işlevi yerine getirebilirler. H abermas’ın “anayasal yurtseverlik” tezi aslında modern demokratik toplumda siyasî kimliği yeniden tanımlama girişimidir. Çok-kültürlü demokratik bir toplum etnik-kültürel bir ulus anlayışıyla sürdürülemeyeceğine göre, Habermas, belirttiğim gibi, böyle bir toplumu neyin bir arada tutabileceğini araştırmaktadır. Ona göre, yurttaşlık bağını etnik kökene veya kültürel kimliğe dayandıran anlayış hem günümüz toplumlarının çok-kültürlü yapısına ters düşmekte, hem de demokratik katılım için elverişli bir zemin teşkil etmemektedir. Onun için, demokratik hukuk devletinde yurttaşlığın etnik-kültürel benzerlik yerine, anayasal-demokratik ilke ve normlara dayanması ve bu referansların yurttaşların aktif katılımıyla oluşturulması gerekir.

Aslına bakılırsa, modern ulus-devlet paradigmasını aşma ve yeni bir kimlik ve yurttaşlık referansı oluşturma amacı güttüğü açık olmakla beraber, Habermas’ın projesi gerçekte ne ulusu ne de devleti modern anlayıştan köklü biçimde farklı olarak tanımlamaktadır. Bu haliyle o, ulus-devletin açmazına cevap olarak, sınırlarını çok fazla zorlamadan siyasal toplumun dokusunu bir ölçüde gevşetmeyi, ama bunu yurttaş katılımını siyasî kimliğin tanımlayıcı bir unsuru haline getirerek yapmayı önermektedir. Bu açıdan bakıldığında, Habermas’ın önerisi, nispeten güçlü demokratik vurgusu dışında, liberal çok-kültürcülüğün Amerikan türünden özünde pek farklı değildir. Bu benzerlik, her iki tasavvurun da illiberal kültürleri kendi “ulus” tasavvurlarına dâhil etmedeki çekingenliklerinde daha da belirgindir. Buna karşılık, Habermas’ın tezi meselâ Chandran Kukathas’ın liberal olmayan toplulukları dışlamayan son derece gevşek “liberal takımadaları” tasavvurundan daha demokratik olsa da, daha sıkı ve dışlayıcı -dolayısıyla, daha az özgür- bir siyasi birliği öngörmektedir.

Türkiye’ye gelirsek, buradaki esas olarak etnik ve kültürel kimliğe dayalı geleneksel resmî yurttaşlık anlayışının “takımadaları” tasavvuru şöyle dursun, “anayasal yurttaşlık” anlayışıyla bile uyumlu olmadığı açıktır. Gerçekten de Türkiye’nin sivik anlayışla uyuşmayan yurttaşlık tanımının referansı esas itibariyle etnik-kültürel kimliktir. Türkiye’nin siyasî kimliğini bugün de hâlâ dil, soy ve hatta din birliği tanımlamaktadır. Bu durumun Türkiye toplumunun hâlihazırdaki heterojenliğine ve kültürel çeşitliliğine uygun düşmediği bellidir. Özellikle Kürtlerin ve Alevilerin kültürel kimlik temelli taleplerine sistemin tutarlı bir cevap üretememesi ve bunun yol açtığı toplumsal barışla ilgili gitgide ağırlaşan sorunların varlığı bunun göstergeleridir. Gayrimüslim azınlıkların maruz bırakıldıkları kimi sivil ve siyasal hak yoksunlukları ve baskılar da şüphesiz aynı dışlayıcı yurttaşlık tanımının sonucudur.

Bu arada, Türkiye’nin “anayasal” (hukukî) olarak bir yurttaşlık tanımının var olmasının buradaki anlamda “anayasal yurttaşlık”la aynı şey olmadığını da özellikle vurgulamak gerekir. Çünkü, bu tanımın kendisi etnik olduğu gibi, genel olarak da Anayasanın ilkeleri evrenselci ve tarafsız değil, yerelci ve “Türklük” yanlısıdır. Kaldı ki, bu anayasal ilkeler demokratik müzakerenin eseri olarak ortaya çıkmış da değildir. Esasen, “siyasî” olanın (siyasî birliğin, siyasî otoritenin ve yurttaşlığın) etnik kimliğe ve kültüre referansla tanımlanması, toplum kültürel bakımdan çoğulcu olsun olmasın, kavramsal bir çelişkidir. Çünkü, etnisite ve kültürün siyasî olanla örtüşmesi -yani, muhafazakârların “devlet-millet özdeşliği” ideali- siyasî birliği sıkı dokulu bir cemaate dönüştürür. Bunun pratik sonucu ise, doğrudan doğruya veya temsilcileri eliyle, ‘’millet’’in “fertleri” üzerinde kayıtsız-şartsız egemenliği, kısaca özgürlüksüz bir sözde “demokrasi”dir.

Bu nedenle, “anayasal yurttaşlık”a ilişkin önerinin -yeterince özgürlükçü ve kapsayıcı olmasa da- Türkiye’nin hâlihazırdaki Türkçü-devletçi-birlikçi statükosunun çoğulculuğun gereklerine uygun hale getirilmesine katkı yapabilir. Çünkü, Türkiye’nin siyasî kimliğini en azından etnik ve kültürel türdeşlik anlayışından arındırılmış bir şekilde ve daha soyut demokratik ilkeler ve normlara referansla yeniden tanımlaması gerekmektedir. Bu çerçevede, yurttaşlığı “Türklük”le tanımlamaktan ve toplumu bir “etnik Türkler cemaati” olarak görmekten vazgeçmeliyiz. Türkiye’yi, demokratik bir anayasal sistemin norm ve ilkeleri etrafında bir araya gelmiş, çoğulcu bir siyasi birlik olarak kavramamızın zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.

Türkiye’nin genelde daha liberal ve daha demokratik olmasını gerektiren “anayasal yurttaşlık”ın özel olarak Kürt sorununun çözümü için de uygun bir hareket noktası olup olmayacağı sorusu akla gelebilir. Bu sorunun cevabını düşünürken gözden kaçırılmaması gereken önemli noktalar var. Bir kere, “anayasal yurttaşlık” tezi belli bir etnik kimlik sorununa cevap olmaktan çok, genel bir modeldir ve bu modelin, farklı etnik kimliklerin resmen tanındığı bir tür “kimlikler anayasası” öngörmediği söylenebilir. Bu model farklı kimliklerin ayrı kompartmanlar şeklinde yan yana durmasını değil, fakat onların bir tür sivil bağ olarak işlev görecek soyut-anayasal ilke ve değerler temelinde beraber yaşamalarını öngörmektedir. Dolayısıyla, “anayasal yurttaşlık”çı anlayışın bu sorunun çözümüne katkı yapabilmesi için, ‘’Kürt Sorunu ve Yeni Anayasa” başlıklı yazımda belirttiğim gibi, Türklerle Kürtlerin barışçı bir şekilde bir arada yaşamayı sahiden istiyor olmaları gerekir.

İkinci olarak, “anayasal yurttaşlık” anlayışı açısından mesele etnik-kültürel bakımdan tarafsız bir anayasa ve bununla tutarlı bir yurttaşlık anlayışına geçilmesinden ibaret değildir. Bu anayasanın nasıl yapıldığı da aynı derecede önemlidir; yani, bu yeni tanımların ve diğer referans ilkelerin, başta Türkler ve Kürtler olmak üzere Türkiye toplumunu oluşturan bütün unsurların kendi aralarında yapacakları demokratik bir müzakerenin ürünü olmaları şarttır. Esasen, böyle bir siyasî kimlik bilincinin -evrensel dahi olsalar- hazır anayasa ve hukuk kalıplarının ithali veya iktibası yoluyla oluşturulamayacağı da açıktır. Başka bir ifadeyle, bütün unsurlarıyla toplumun kendisinin müellifi olmadığı bir anayasa böyle bir birliğin referansı olamaz. (Taraf, ‘’Kürt Sorunu ve Anayasal Yurttaşlık’’, 9 Ağustos 2011)  

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir