‘’Özgürlük, hukuk ve demokrasi’’ üçlemesi günümüzün sosyo-politik sistem idealinin özeti olarak görülebilir. Medenî bir toplumsal-siyasal hayat ancak en azından bu üç temel değer üzerine oturan bir sistemde mümkündür. Bununla beraber, bu üç değerin tek bir paket olarak sunulması ne bu değerlerin her zaman tam bir uyum içinde oldukları, ne de medenî bir sosyo-politik sistemin dayandığı değerlerin bunlardan ibaret olduğu anlamına gelir. Özellikle özgürlükle hukuk ve hukukla demokrasi arasında uyum kadar, çözülmesi her zaman kolay olmayan gerilimli ilişkiler de söz konusudur. Öte yandan, eşitlik, adalet ve barışın da böyle bir sistem için vazgeçilmez değerler olduğuna kuşku yoktur; ama ‘’özgürlük, hukuk ve demokrasi’’ üçlemesinin daha yakından bir analizi bu formülün aslında söz konusu değerleri de içerdiğini gösterecektir.
Her iki noktanın –temel değerler arasındaki uyum ve uyumsuzluk sorunu ile, idealin bu değerlerle sınırlı olup olmadığı sorununun- aydınlığa kavuşması için önce ‘’özgürlük demokrasi ve hukuk’’ üçlemesini oluşturan değerlerin anlamlarını belirlemek gerekiyor.
Kavramlar
Kavramsal analize özgürlükten başlayalım. Özgürlük, insanca ve medenî bir hayatın, insan için iyi olan hemen hemen her şeyin temeli olan bir değerdir. Özgürlük, kişinin haricî bir iradenin keyfî müdahalesine maruz kalmaksızın kendi tercih ettiği şeyi yapabilmesi ve kendi istediği şey olabilmesidir. Böylece özgürlük ahlâkî fail olmanın ve sorumluluğun da temelidir. Özgür olmayan kişinin eylemi ne takdir ne de tekdir (kınama) konusu olabilir; bir eylemin sonuçlarından kişiyi sorumlu tutabilmek için onun kişinin özgür bir eylemi olması gerekir.
Bu özgürlük tanımın üç önemli iması vardır. İlk olarak, bir şeyin özgürlük engeli sayılabilmesi için onun ‘’haricî’’ bir engel, bir müdahale olması gerekmektedir. Bu demektir ki, kişinin iç dünyasından kaynaklanan engellerin (tanrı veya doğa tarafından belirlenmişlik, yanlış bilinç veya aydınlanmamışlık gibi) varlığı özgürlük sorunu değildir. Bu yaklaşım ‘’irade özgürlüğü’’ tartışmasını olduğu gibi, paternalizme dayanak oluşturabilecek doğru bilinç ve aydınlanmışlıkla ilgili iddiaları da özgürlük tartışmasının dışına atmaktadır.
İkinci olarak, bir kısıtlamanın özgürlük engeli sayılabilmesi için onun insan iradesiyle değiştirilebilir olması gerekir. Dolayısıyla, yapmak istediğimiz şeyin önünde doğal engellerin bulunması (yeryüzü şekilleri gibi) özgür olmadığımız anlamına gelmez. Nihayet, kişinin hareketine dış dünyadan gelen müdahalenin keyfî veya haksız olması gerekir. Kişinin eylemini engelleyene kısıtlamalar bazan haklı olabilir ki bu durumda da özgürlüksüzlükten söz edemeyiz.
Modern toplumda dış dünyadan kişinin özgürlüğüne yönelik tek değilse de en büyük tehdit devletten gelir. Devlet müdahalesi her zaman keyfî olmayabilirse de, öyle olup omadığının kesin kavramsal ölçütlerini belirlemek hiç de kolay değildir. Onun için, bu konuda ‘’özgürlüğün esas, müdahale veya kısıtlamanın istisna olduğu’’ şeklindeki genel ilkeye başvurmak en doğrusudur. Başka bir anlatımla, özgürlük lehine bir karine vardır veya özgürlük default pozisyondur. Bu ise, özgürlüğe müdahalenin genel bir ilke olamayacağı, müdahalenin her somut durumda gerekçelendirilmesi gerektiği anlamına gelir. Daha açık bir anlatımla, böyle yapmak için çok güçlü nedenler olmadıkça bireysel özgürlüğe müdahale edilmesine izin verilemez. Böylece, bir ülkede siyasî özgürlük kamusal kurumların özgürlük karinesine uygun olarak yapılandırılmasıyla garanti edilebilir.
İkinci kavramımız hukuktur. Hukuk bir toplumun üyeleri tarafından bağlayıcı kabul edilen ve kamu otoritesi tarafından gerektiğinde zorla uygulanan davranış kurallarını ifade eder. Ancak, biz medenî bir toplumsal-siyasal varoluşun önşartı anlamında ‘’hukuk’’tan söz ettiğimizde, kast ettiğimiz, bir ülkede şu veya bu şekilde etkili olan herhangi bir cebrî normlar sistemi değil, ‘’hukukun üstünlüğü’’ idealine uygun olarak anlaşılıp uygulanan bir hukuktur. Başka bir anlatımla, adalete yönelmiş ve evrensel hukuk ilkeleriyle uyumlu bir hukuktan söz ediyoruz. Hukuk kurallarının varlığı ve önceden bilinmesi herkese hayatında belirlilik/güvenlik ve geleceğini öngörüebilme imkânı sağlar.
Üçlemenin son unsuru olan demokrasiye gelince: Demokrasi kısaca halkın kendisini yönetmesi, ‘’halk tarafından yönetim’’ demektir. Yönetimin öznesinin ‘’halk’’ın kendisinin olması ise kamu hayatına ilişkin temel kararların doğrudan veya dolaylı olarak bütün halk tarafından alınmasını gerektirmektedir. Bu da yurttaşların eşit olmasını gerektirir. Demokrasinin temel değeri eşitliktir; yurttaşların eşit haklara sahip olmadıkları ve eşit muamele görmedikleri yerde demokrasi olmaz.
Demokrasi idealine ne kadar uygun olduğu bir yana, günümüzde demokrasi temsilî kurumlar eliyle uygulanmaktadır. Temsilî demokrasiyi veri aldığımızda, demokrasi temel siyasal kararların ve kamu siyasetlerinin halkın meşrû temsilcileri tarafından belirlenmesi ve temsilcilerin bu siyasetlerin uygulanmasından halka karşı sorumlu olması anlamına gelir. Temsilî bir rejimin demokrasi olarak adlandırılabilmesi için, yönetenlerin yapıp-ettiklerinden dolayı yönetilenlere hesap vermeleri de şarttır. Halkın ister siyasî isterse idarî anlamda olsun yönetim mevkiinde olanlara hesap soramadığı yerde demokrasi yoktur. Bu arada, temsilî demokrasiler doğrudan halk katılımına kategorik olarak engel değildir.
Gerilimler
Şimdi, özgürlük, hukuk ve demokrasinin her birini bu şekilde ayrı ayrı ele aldığımızda bir mutluluk tablosundan bahsediyormuşuz gibi görünüyorsa da, bu değer ve/veya idealleri birbiriyle ilişkilendirmek istediğimizde ‘’yeryüzüne inmemiz’’ gerekir. Isaiah Berlin’den ilham alarak daha önce de muhtelif vesilelerle işaret ettiğim gibi, bütün ‘’iyi’’lerin zorunlu olarak uyumlu bir paket oluşturduğu bir dünya bizim bildiğimiz bir dünya değildir. Bunun pratik anlamı şudur: Her biri başlı başına birer ideal olsa da, aralarında gerilim potansiyeli de barındıran bu üçlüden nispeten uyumlu bir kurumsal konfigürasyon yaratmak özel beceri gerektirmektedir. İma ettiğim, sadece anayasa yapımıyla ilgili bir zorluk da değildir; optimal kurumsal konfigürasyon en başta zihinsel bir yenilenmeyi gerektirmektedir.
Bu konuda hemen aklımıza gelen gerilim potansiyellerini sıralamaya başlarsak:
(1) Özgürlük ve Demokrasi
Özgürlükle demokrasi arasında hem uyum hem de uyumsuzluk ilişkisi vardır. Uyumu kavramak kolaydır. Her şeyden önce, halkın kendi kendisini yönetebilmesi için onun özgür olması şarttır. Demokrasi, Sartori’nin deyimiyle, ‘’özgür halkın yönetimi’’dir. Özgür olmayan insanlar kendilerini yönetemezler, onları özgür olan –kendi içlerinden veya dışarıdan- başkaları yönetir ki o zaman da bu demokrasi olmaz. Bu arada, bizi yöneten ‘’başkaları’’nın içerden veya dışardan olması arasında esaslı bir fark yoktur.
‘’Özgür halk’’ demek herkesin temel haklarının anayasal ve hukukî olarak olduğu kadar, fiilen de güvence altında olması demektir. Böyle bakıldığında, demokrasiyi özgür insanların kendilerini belirlemelerinin kolektif karşılığı (kolektif self-determinasyon) olarak görebiliriz. Ayrıca belirtmek gerekir ki, anayasal-temel haklar garantisi aynı zamanda demokratik kanaat-oluşumunun da, yurttaşların yönetenleri sorumlu tutabilmelerinin de ön şartıdır. Özellikle ifade ve iletişim özgürlüklerinin işlemediği bir yerde kamu işlerinin gidişatı hakkında sağlıklı bilgi edinmek ve özgür kanaat oluşturmak mümkün değildir.
Ama özgürlük ve demokrasi ilişkisinde bir de madalyonun öbür yüzü var. Özgürlük ve onun kurumsal-hukukî karşılığı olan ‘’temel haklar’’ın varlığı evet demokrasiyi mümkün kılan şeydir ama bu haklar aynı zamanda demokrasinin (halk yönetimin) sınırını da oluştururlar. ‘’Yöneten halk’’ kendi yetki alanına sınır tanımama, bu alanı hep genişletme eğilimindedir ama bu genişle(t)me ancak bireylerin temel sivil ve iktisadî özgürlüklerinin aşındırılması pahasına gerçekleşebilir. Bunun pratik anlamı çoğunluk baskısı, hatta diktatörlüğüdür.
Bu problem özellikle ‘’halk’’ın bireyci olarak değil de kolektif olarak kavranması halinde özgürlük için daha büyük bir tehlike yaratır. Çünkü kolektivist anlayış, ‘’halk’’ diye irade sahibi tekil bir özne varmış gibi düşünülmesine ve demokrasi adına ‘’halk veya millet iradesi’’nin kutsanmasına yol açabilir. Bunun da pratik sonucu, baskıcı yönetime ek olarak, millet iradesini temsil iddiası güden kişi veya ekibin dokunulmazlık kazanmasıdır ki bu durumda yönetenleri sorumlu tutmaya da imkân kalmaz.
(2) Özgürlük ve Hukuk
Özgürlük için hukuka ihtiyaç vardır. Klasik liberal düşünürlerin öteden beri vurgulaya geldikleri gibi, barışçı ve medenî bir toplum için ‘’hukuk çerçevesinde özgürlük’’ (freedom under law) şarttır. Hukuksuz bir dünyada özgürlük var olamaz. Hukuk sayesinde hem toplumun farklılık ve çeşitliliğinden kaynaklanması muhtemel çatışmaların barışçı çözümü mümkün olur, hem de kişilere iş ve ilişkilerinde belirlilik ve güvenlik sağlanır. Ayrıca, hukukun üstünlüğü ve adalet ideallerine uygun bir hukuk kişilerin özgürlüklerini garanti altına almak durumundadır. Hatta belki de, Hayek’in dediği gibi, sahici hukuk ‘’özgürlüğün hukuku’’dur (nomos).
Öte yandan, hukukun varlığı da bir yanıyla özgürlüğe bağlıdır. Çünkü, hukuk kimi pozitivistlerin iddia ettiği gibi devlet buyrukları sistemi demek değildir. Evet, günümüzde hukuk büyük ölçüde devlet tarafından yaratılmaktadır ve kamu gücü aracılığıyla uygulanmaktadır ama hukuku hukuk yapan sadece bu değildir. Hukuk aynı zamanda ‘’toplum tarafından bağlayıcı kabul edilen’’ davranış kurallarıdır. Herbert Hart’ın açıkladığı gibi, kişilerin mecbur oldukları için uydukları emirlerden farklı olarak, hukuk kuralları kişilerin yükümlülük duygusuyla uydukları kurallardır. Başka bir anlatımla, iç dünyamızda bir karşılığı olmayan, içselleştirmediğimiz bir normatif sistem sırf arkasında devlet gücü var diye hukuk olamaz. Bu, hukukun bireyleri sorumlu ahlâkî failler olarak kabul etmesiyle de bağdaşmazdı. Ve, insanlar özgür olmadan sorumlu ahlâkî failler olamazlar. Kısaca, hukuk bireysel özgürlüğü tanımak zorundadır.
Ancak, özgür bir toplum için hukukun varlığı şart olmakla beraber, gerçek şu ki hukukun muhtevası her zaman özgürlükle uyumlu olmayabilir. Yukarıda belirtildiği gibi, devletin halkın kontrolünde olduğu varsayılan demokrasilerde bile hukukun özgürlükten sapması tamamen engellenemez. Gerçi ‘’tabiî hukuk’’ geleneği öteden beri âdil olmayan hukukun sahici anlamda hukuk olmadığını ileri sürmektedir ama bunun olgusal değil normatif (olması gerekene işaret eden) bir yargı olduğu açıktır. (Kaldı ki, adaletin gerekleri ile özgürlüğün gerekleri her zaman uyuşmayabilir.) Oysa, günümüzde pozitif bir gerçeklik olarak hukuk esas olarak devlet-yapımıdır ve devlet-yapımı hukukun da özgürlükle uyumlu olmasını gerektiren hiçbir zorunluluk yoktur. Bu konuda, Hart’ın medenî dünyanın hukuk sistemlerinin ‘’asgarî tabiî hukuk’’ içeriğine sahip olduklarına işaret etmesi de rahatlamamız için yeterli değildir.
(3) Hukuk ve Demokrasi
Hukukla demokrasi arasındaki ilişki de iki yönlüdür. Bir yandan, demokratik karar alma süreçlerine belirlilik ve istikrar kazandırmak için bunların hukuksal bir çerçeveye kavuşturulmasına ihtiyaç vardır. Demokrasinin istikrarlı ve kalıcı bir gerçeklik haline gelmesi, önemli ölçüde, ilgili kural ve mekanizmaların hukuk yoluyla kurumsallaştırılmasına bağlıdır. Ayrıca, demokrasiyle hukuk arasında ikisinin de eşitliği/eşit muameleyi öngörmesi anlamında bir ortaklık vardır.
Öte yandan, hukuk demokrasiyi kurumsallaştırdığı kadar onu sınırlama iddiası da güder: Temsil meşruluğuna sahip olmaları demokratik yöneticileri hukuka riayet etmek yükümlülüğünden muaf kılmaz; demokratik kamu otoriteleri de hukukun kendileri için öngördüğü sınırlara uymak durumundadırlar. Oysa, demokratik temsil meşruluğuna sahip olan siyasî karar alıcılar genel olarak yetkilerinin anayasa ve hukukla belirlenmiş sınırlarını aşma eğilimi içinde olurlar. Şu var ki, tam da bu noktada demokrasi ile hukuk arasında gerilim ortaya çıkar. Hukuk seçilmişleri mahkemeler aracılığıyla sınırlamak ister, buna karşılık seçilmişler yasama sürecini bu sınırları aşmak için kullanmaya meylederler. Mahkemeler temsilî organları sınırlamak iddiasıyla fazla ileri gidip demokratik karar organlarının politik takdirine müdahale edebilirken, politik karar alıcılar da bunu aşmak için hukuku yozlaştırabilirler.
Başka bir anlatımla, kanunların anayasaya uygunluk denetimini parlamentoya vesayet etme derecesine kadar ileri götürebilen mahkemelerin karşısına, halkı temsil ettiği için istediği şeyi kanun yapabileceği iddiası güden siyasî çoğunlukların çıkması ciddî bir gerilim kaynağıdır. Demokratik çoğunluklar, başta yasama yoluyla olmak üzere, hukuku adaletten saptırabilirler. Demokratik hukuk-yapımında (demokratik yasamada) ortaya çıkabilecek bu sapma ayrıca ‘’kanun’’ kavramının otoritesinin zayıflatılması yoluyla hukukun üstünlüğünün tahribine de yol açabilir.
Sonuç
Günümüz Batı dünyasının ‘’anayasal demokrasileri’’ tam da bu denemede anlamı açıklanmaya çalışılan üçlü ideali somutlaştırmak iddiası güden rejimlerdir. Belli başlı Batı demokrasileri kendi tarihlerinde yukarıda sözü edilen gerilimleri şu veya bu ölçüde yaşamış olmakla beraber, bunlar bugün itibariyle az çok konsolide olmuş durumdadırlar. Şu kayıtla ki, bu ülkelerin her birinde istikrar bulan rejim konfigürasyonunda öne çıkan değerler nispeten farklılık göstermektedir. Kimisinde hukuk ve özgürlüğün, kimisinde ise katılım ve demokrasinin nispî ağırlığı vardır.
Öte yandan, Batı dünyasının dışında veya kenarında kalan ülkelerin modernleşme projesinin siyasî ayağını da genellikle anayasal-demokrasi idealine ulaşma girişimi oluşturmaktadır. Geçiş aşamasındaki kimi rejimlerde, başka faktörler yanında, bu ideale uygun bir konfigürasyonu gerçekleştirmek konusundaki yukarıda özetlediğim zorluk yüzünden demokrasinin tesisi ve/veya konsolidasyonunun bir türlü sağlanamadığı gözlenmektedir. Bunun sonucunda bu ülkelerde ya demokratikleşme girişimi tamamen başarısızlığa uğramakta, ya da –Türkiye örneğinde gözlendiği gibi- rejim yarı-demokrasi ile yarı-otoriterlik arasında gidip gelmektedir.
Bu sıkışmışlıktan kurtulmak ise sadece ‘’anayasa mühendisliği’’ becerisine değil, zihniyet değişikliğine de ihtiyaç göstermektedir. Zihniyet değişikliğinden kastım, hem bu denemenin odak noktasını oluşturan üçlü idealin içselleştirilmesi, hem de bu idealler arasında uyumlu bir denge kurulmasının ima ettiği zorluğun ciddiye alınmasıdır.