Son yıllarda Türkiye’nin sistemi art arda gelen olağandışılıklar tarafından şekillendirildi ve her bakımdan normalden uzaklaştı. COVID 19 salgınının etkilerini saymazsak, söz konusu olağandışılıklar esas olarak AKP yönetiminin eseridir: Gezi olaylarını, Aralık 2013 yolsuzluk skandalının yol açtığı anormallikler serisini, sonra 2016’daki darbe girişimini izleyen olağanüstü yönetimi hatırlayalım. Ve nihayet, 2017 Anayasa değişikliğinin olağandışılığı resmîleştirmesiyle –nam-ı diğer, olağanlaştırılmasıyla- gelen yeni rejimi…
Bütün bunların sonucunda Türkiye normalden o kadar uzaklaştı ki, yeniden normalleşmek hiç de kolay olmayacak. İşin kötüsü, muhalefet partileri bile durumun vahametinin tam olarak farkında değil. Kimileri, AKP’nin iktidardan gitmesiyle her şeyin düzeleceğini, ‘’dengelerin yerli yerine oturacağını’’ sanıyor. Tıpkı, vaktiyle İmamoğlu’nun İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanlığını kazanmasıyla ‘’her şeyin güzel olacağı’’nı sandıkları gibi.
Sözünü ettiğim anormallikler serisi gerçekten de siyasî rejim, hatta toplum üzerinde öylesine bünyevî değişiklikler yaratmış bulunuyor ki, bunların tamir ve telâfisi –en iyi ihtimalle- epey zaman alacak. Ama bunun için bile, ilk önce bu değişikliklerin farkına varılmasına ve karşımızdaki soruna doğru teşhis konulmasına ihtiyaç var. Bu elbette öncelikle muhalefete düşen bir görevdir.
Rejimi ve toplumsal yapıyı etkileyen bu değişikliklerin başında, Türkiye’de siyasetin eskiden olduğundan çok daha fazla iktidar ve otorite merkezli hale gelmiş olması bulunmaktadır. Ayrıca, iktidar tek bir merkezde toplanmış ve devlet-toplum ilişkisi tamamen hiyerarşik bir hüviyete bürünmüştür. Hatta iktidar-muhalefet ilişkisini bile önemli ölçüde hiyerarşi belirler hale gelmiştir.
Dahası, salgının da etkisiyle, hiyerarşi ile uzmanlık bilgisi arasında bir paralellik ortaya çıkmış, böylece uzmanlığın temsil ettiği bilgi asimetrisi bilginin sağladığı otoritenin iktidara tahvil edilmesini kolaylaştırmıştır. Bu aynı zamanda toplumda ‘’hayırhahlık’’la devletin doğası arasında paralellik olduğu yanlış düşüncesini de beslemektedir. Toplumu devlete daha fazla bağımlı hale getiren bu durumun, geleneksel olarak devleti hemen hemen her bakımdan bilgi otoritesi sayma eğiliminde olan bir toplumda yaratacağı etkinin Türkiye’nin özgürleşme ve demokratikleşme şansına ne kadar darbe vuracağını tahmin etmek zor olmasa gerektir.
Öte yandan, söz konusu olağandışılıklar serisi, carî sistemin tek-adamcılığıyla da bağlantılı olarak, ‘’parlamento’’ fikrini de yok etmiş bulunuyor. Nitekim, ara rejim dönemleri hariç tutulursa, siyaseti parlamento merkezli düşünmekten Türkiye hiç bu kadar uzaklaşmamıştı. Millet Meclisi yasama işlevini önemli ölçüde yitirdiği gibi, kamusal meselelerin halkın demokratik temsilcileri tarafından özgürce tartışıldığı bir platform olmaktan da – gerek toplumsal algı gerekse fiilî uygulama düzeyinde- çıkmış bulunuyor.
Burada dikkat çekmeye çalıştığım olağandışılıkların toplumsal bünyede yol açtığı tahribat elbette bunlardan ibaret değil. Türkiye toplumu AKP iktidarı döneminde daha önce hiç olmadığı kadar keskin bir kutuplaşmaya sürüklenmiştir. Bu, partizanlık anlamında bir kutuplaşmadan ibaret olsaydı, o kadar kaygılanmaya belki gerek olmazdı. Ne var ki, burada karşı karşıya olduğumuz şey, partizanlıkla vatanseverliği, vatanseverlikle belli bir dünya görüşü ve hayat tarzını özdeşleştirme istidadı gösteren daha vahim bir kutuplaşmadır.
Bunun bir sonucu olarak, gerek siyasî iktidar gerekse onu destekleyen kitleler hükümete muhalefeti meşru bir siyasî faaliyet olarak değil de, düşman işbirlikçiliği ve ülkeye karşı bir komplo olarak görmeye başlamıştır. Ve, şaşırtıcı değil, ana muhalefetin tabanının gözünde de, bu sefer AKP iktidarı emperyalistlerin planları doğrultusunda Cumhuriyet’i ortadan kaldırmaya çalışan sinsi bir güçtür. Toplumun her kesiminde komplocu zihniyet gitgide düşünmenin yerini almaktadır.
Bu gelişmelerin yol açtığı, endişelenmemiz gereken başka bir toplumsal eğilim de şudur: İçe-kapanmacı, yabancı ve farklılık düşmanı bir zihniyet ve onun ideolojisi milliyetçilik bugün sağlı-sollu herkesi tutsak almış durumdadır. Milliyetçilik iktidarla muhalefeti birleştiren ana bağlantı noktası haline gelmiştir. İktidarla muhalefetin hamaset yarışında olmasının bir sonucu olarak, dış dünyaya bakışta ve komşular dâhil başka ülkelerle ilişkilerde barışçı değil de çatışmacı perspektif Türkiye’nin doğal tutumu haline gelmiştir.
Ne yazık ki, bu patolojinin kalıcı olma, AKP iktidarı sonrasında da devam etme riski bulunmaktadır. Bu ise Türkiye’nin fevkalâde sağlıksız ve kaygan bir zemin üzerinde seyretmekte olduğu anlamına gelmektedir. Çünkü, bu sorunlar sadece siyasî iktidarın –ve hatta anayasanın- değişmesiyle üstesinden gelinebilecek sorunlar değildir. Kısacası, işimiz gerçekten zor.
(Diyalog, 20 Eylül 2020)