Bir süredir Saadet Partisi’ni AKP-MHP iktidar koalisyonuna eklemlemeye çalışan eski Millî Selâmet Partili Oğuzhan Asiltürk geçenlerde kendisini siyaseten takip etmekte gönülsüz davrandıkları anlaşılan Partililere anlamlı bir serzenişte bulunmuş: ‘’Ama bana itaate söz vermiştiniz!’’
Tahmin edilebileceği gibi, lâikçi Kemalistler ‘’itaat kültürü’’ meselesini yeniden gündeme getiren bu sözde, ‘’biat kültürü’’nün ‘’dinci siyaset’’in tanımlayıcı bir özelliği olduğuna ilişkin geleneksel tezlerinin yeni bir teyidini buldular. Bu esasta doğru olsa da, bence Kemalistler yine de sevinmekte acele etmeseler iyi olur.
Sebebini açıklamadan önce, ‘’itaat kültürü’’nün anayasal-demokratik bir rejime ters düşen iki özelliğine işaret etmek isterim. İlk olarak, iktidar karşısında pasif tutum almayı teşvik eden itaat kültürü kişileri siyasal kararları sorgusuz-sualsiz kabul etmeye yönlendirir. İtaat kültürüyle yetişmiş olan kişiler siyasal makamlara ve makam sahiplerine karşı eleştirel ve sorgulayıcı tutum almaktan kaçınırlar. Bu ‘’pasifist’’ tutumların aktif ve katılımcı yurttaş profilini öngören demokrasiyle bağdaşmadığı açıktır. İtaat kültürünün baskın olduğu bir toplumda seçmenlerin pasif desteğini alan iktidar sahipleri demokratik görünüm altında pekalâ otokratik bir yönetim sergileyebilirler.
İkinci olarak, itaat kültürü ‘’hukuk devleti’’yle de bağdaşmaz, hatta bu amaç bakımından bir dezavantaj oluşturur. İtaat kültürünün baskın olduğu bir toplumda Weberyen anlamda akılcı-hukukî yönetim kurulamaz veya bir şekilde kurulmuşsa da idame ettirilemez. Çünkü itaat kültürü kurumlar ve kurallar yerine kişisel otoritelere bağlılığı getirir; kurallara ve statülere bağlılığın yerini iktidar sahibine veya sahiplerine kişisel sadakat ve kayıtsız-şartsız itaat alır. Kurumlardan ziyade kişilere bağlılık, başka bir deyişle ‘’itaat’’ten öncelikle kişilere sadakatin anlaşılması, itaat kültürüne dayanan gelenekçi toplumların bir özelliğidir.
Başa dönersek, evet itaat kültürü dindarlar arasında daha belirgindir, çünkü Türkiye’de baskın olan geleneksel dinsel öğreti ‘’emir sahiplerine’’ (yönetenlere) itaati dinî bir dogma olarak vaz etmiş ve hâkim Sünnî pratik te yüzyıllar içinde bunu pekiştirmiştir. Esasen, dini temsil iddiasında olan bir otoriteye itiraz etmenin bir mü’min için zorluğu da anlaşılabilir bir durumdur. Türkiye’nin halihazırdaki iktidar sahiplerinin resmen olmasa da zihniyet olarak böyle bir iddia güttükleri sır değildir.
Ama bu durum, dine mesafeli modernist-seküler hayat tarzına sahip kesimlerin tanımı gereği itiraz ve eleştiri kültürünü içselleştirdikleri anlamına gelmiyor. Çünkü itaat kültürü sadece dindarların değil genel olarak Türkiye toplumunun bir özelliğidir. Dindarlarla sekülerler arasında bu bakımdan belki bir fark, ikincilerde itaatin objesinin kişilerden çok devlet kurumunun ve ‘’çağdaşlık’’ sembollerinin olmasıdır. Fakat bu da esasa ilişkin bir fark olmaktan çok, sekülerlerin devletin kendi değerlerini temsil ettiğine inanmalarından ileri geliyor olsa gerektir.
Öte yandan, Türkiye’de geleneksel (modernlik-öncesi) toplumsal yapının izleri sadece dinsel boyutla sınırlı olmayabilir; bu bir yandan modernlik öncesinin tipik toplumsal formasyonu olan cemaatçi yapıyla, bir yandan da kökleri çok eski olan ’’şefçi gelenek’’le de ilgili olabilir. Malum, Batıda aşağı yukarı 19. yüzyıl başlarına kadar hâkim toplumsal örgütlenme biçimi cemaat (community) idi. Cemaatçi yapı henüz bireyin ve bireyselliğin ortaya çıkmadığı, grubun ortak varoluşunu öne çıkaran, dayanışmacı ve hiyerarşik bir toplumsal formasyondu. Bu yapı topluluğun bütün üyelerini ortak amaçlarda birleştiriyor ve bu amaçların gerçekleşmesinde önder kişileri öne çıkarıyordu. Bu da önderlere itaat ile grubun iyiliğine hizmeti özdeş hale getiriyordu.
Alman sosyolog Ferdinand Tönnies 19. yüzyılın sonuna doğru Batı Avrupa’da cemaatçi yapıların yok olduğundan yakınıyordu ama 21. yüzyılın başlarında bugün Türkiye toplumu halâ güçlü cemaatçi izler taşımaktadır. Türkiye’deki şefçi gelenek de bu modernleşme eksiğiyle olduğu kadar, toplumumuzun ‘’şef’’e veya ‘’şefler’’e mutlak itaati gerektiren göçebe ve kabileci uzak geçmişiyle de ilgili olmalıdır, özellikle de göçebelikle. Türkiye halkının çok uzak olmayan bir geçmişte (‘’ebedî’’ ve ‘’millî’’) şefler zihniyetini nispeten kolayca benimsemiş olması bununla da ilgili olabilir. Ahmet Ağaoğlu’nun 1935 yılında yazdığı gibi, ‘’Türk asker olduğundan, şefini taklit eder, ona uyar, onun gibi olmak ister.’’
Son bir nokta olarak, Türkiye’de askerliğin erkekler için zorunlu olması, ordunun ‘’Peygamber Ocağı’’ olduğu inanışıyla birleşince, militarist zihniyetin yaygınlaşmasına ve sivillerin askerî değer ve tutumları içselleştirerek daha sonraki hayatlarında da sürdürmelerine yaramaktadır.
(Diyalog, 1 Ağustos 2021)