Bir süredir içinde bulunduğumuz olağanüstü şartlar sona erdiğinde yine ülkenin kalıcı gündemiyle başbaşa kalacağız. Daha önce bu gündemin ana başlıklarını ”özgürlük, adalet, barış ve refah” olarak özetlemiştim. Öyle anlaşılıyor ki, şartlar değişip te yeniden normale döndüğümüzde bunlara bir başlık daha eklememiz gerekecek: medenîlik.
Önce eski gündem maddelerini hatırlayalım. Aşağı yukarı iki asırlık siyasî modernleşme çabasına rağmen, Türkiye herkes için özgürlüğü garanti eden istikrarlı bir sosyo-politik sistemi maalesef halâ yerleştirebilmiş değil. Yakın zamanlara kadar bunun suçunu esas olarak siyasî sistemin vesayetçi kurgusuna ve bu arada askerî müdahalelere yüklüyor, toplumun ve sivillerin rolünü gözardı ediyorduk. Ama AKP iktidarı bize özgürlükçü-demokratik kurumların siviller eliyle de tahrip edilebileceğini kesin bir şekilde göstermiş bulunuyor. Bu bilgiyi gelecekte aklımızdan hiç çıkarmamamız gerekiyor.
En başta ”hukukun üstünlüğü”nün kurumsallaştırılmasını gerektiren adalet konusunda da öteden beri Türkiye’nin sicili hiç parlak değil. Aslına bakılırsa, Tanzimat sonrasında başlayan ve Cumhuriyetle birlikte münhasıran Batı modernliği üzerinden yürüyen yenileşme serüvenimiz bizi hukukta âdalet ve hakkaniyetin evrensel standartlarına çok yaklaştırabilirdi. Ama ne yazık ki, erken Cumhuriyet döneminde otokratik siyasî ve bürokratik seçkinlerin adalet idealinden sapmasını frenleyecek sivil-demokratik dinamiklerin zayıflığı, çok-partili hayata geçtikten sonra ise bu sefer sivil siyasî aktörlerin askerî seçkinlerle işbirliği halinde sistemi yozlaştırmaları yüzünden, bu mümkün olmadı. Esasen, ”sivil toplum” da ”demokrasi” arayışını adalet talebiyle taçlandırmaya pek istekli değildi, maalesef halâ da değil.
Dış dünyaya yönelik tutumuna baktığımızda, Türkiye’nin en azından 1930’lardan itibaren esas olarak barışçı bir siyaset izlediği söylenebilir. Ne var ki, Türkiye’nin iç siyaseti bakımından aynısını söylemek pek mümkün görünmüyor. Rejimin kuruluşundan gelen Türkçü-milliyetçi saplantısının gerek ulusal azınlıklar gerekse Kürtler üzerindeki acılı etkileri malum. Bu arada, devlet-toplum özdeşliğinin Sünnî Müslümanlık temelinde sağlanmaya çalışılmasının bedelini de esas olarak Alevilere ödeye geldi. Türkiye bugün halâ bu sorunları yaşıyor, Kürtler sözkonusu olduğunda ise maalesef silâhlı çatışmayla birlikte…
Refah üretimine gelince, kabul edelim ki, Türkiye bu konuda da dikkate-değer bir başarı gösteremedi. Çünkü, en başta devletçi kültürel geleneğimiz piyasa ekonomisi için elverişli bir zemin oluşturmadığı gibi, gözde siyasî ideolojilerimiz de piyasa ekonomisi karşıtı önyargıları besliyor. Türkiye’de ortalama vatandaş için devlet ”velinimetimizdir.” Toplumun devletçi-otarşik eğilimlerin bezediği zihin haritasına, aynı eğilimleri pekiştiren sosyalizm, İslamcılık ve milliyetçilik gibi baskın ideolojiler eşlik ediyor. Yabancı-düşmanı kültürel kodla birlikte, bunlar Türkiye’yi otarşik ve devletçi ekonomi politikalarından medet ummaya ve küreselleşme düşmanlığına sürüklemiş bulunuyor. Siyasetin yozlaşarak kayırmacılığa ve rant ve nimet dağıtımı mekanizmasına dönüşmesinin de altında aynı zihniyet yatmaktadır. Türkiye’de ”piyasa ekonomisi” işte bu zihinsel ve ideolojik kuşatma altında icra-yı faaliyet etmeye çalışmaktadır. Oysa, refah üretiminin piyasalardan başka tarlası yok.
Yazının başında, gündemimize ”medenîlik” maddesini de eklememiz gerektiğini belirtmiştim. Aslına bakılırsa, ”toplum” olmak, asgarî ölçülerde de olsa medenî olmak demektir. Onun için, geçenlerde bir yazımda ”toplum olmaya ihtiyacımız var” derken işaret etmek istediğim aslında bu ihtiyaçtı. Gerçekten de insanoğlunun doğal ”toplumsallığı” (”sociability” anlamında) medenîliğin başlangıcıdır. Medenîlik başka insanlarla uyum içinde yaşayabilmek demektir. Medenîlik toplumun diğer üyelerinin kaderine ilgi duymayı, onlarla iletişim ve etkileşim içinde olabilmeyi gerektirir. Medenîlik başkalarıyla -duruma göre hemşehrilerimiz, yurttaşlarımız veya hemcinslerimizle- hemhal olabilmek demektir. Medenîlik farklı olanlara ve farklılığa hoşgörü demektir.
Gel gelelim, Türkiye toplumunun öteden beri bu hasletlere bolca sahip olduğunu söylemek zor. Bu salgın hastalık günleri bile bu bakımlardan tatminkâr düzeyde bir medenilik ortaya koymamızı maalesef sağlayamadı. Medenî bir toplum meselâ ortak yarara hizmet eden kurallara uymayı gerektirir. Oysa, başkalarının sağlığını tehlikeye atma pahasına ortak yararın gerektirdiği kurallara riayet etmeyen, hatta kendi ailesinin, çoluk-çocuğunun sağlığını riske atan ne kadar çok kişi var! Başkalarının kaderine ilgi duymak, onlar için endişe etmek şöyle dursun, kendilerinden farklı olanlara kin ve husumeti teşvik edenler mi ararsınız, hepsi var! Herkes can derdine düşmüşken, eş-dosta devlet kesesinden rant dağıtmayı siyasî gündemin ilk sırasına koyanlar da cabası!
Önümüzdeki dönemdeki yeni önceliğimiz, yönetenler ve yönetilenleriyle birlikte bütün bir toplumun medenîlik standartlarını yükseltmeye odaklanmak olmalı.
(Diyalog Gazetesi, 29 Mart 2020)