Önümüzdeki bir yıl içinde gerçekleşecek olan yasama ve yürütme organları seçimi aynı zamanda Türkiye’nin anayasal yenilenme sürecinin de başlangıcı olacaktır, olmak zorundadır. Hâlihazırda uygulanmakta olan otoriter Başkancı rejimden geri dönüş için muhalefetin bir süredir yapmakta olduğu hazırlıkların anlamlı olması, güdülen amacın hükûmet sistemi değişikliğiyle sınırlı kalmamasına ve kapsamlı bir dönüşüm programını hedeflemesine bağlıdır.
Çünkü devlet sisteminin kurumsal çatısının yeniden kurulmasıyla yetinmeyi amaçlayan bir değişimin Türkiye toplumunun özgürlük, adalet, barış ve refah arayışına sahici bir cevap olamayacağı açıktır. Kısaca, daha önce yazdığım gibi, bugün Türkiye’nin hükûmet sistemi değişikliğinin ötesinde kapsamlı bir anayasal yenilenmeye ihtiyacı var.
Bu çerçevede sahici bir anayasal yenilenme Türkiye’nin hem ilkesel hem de kurumsal düzeyde imaları olan birçok farklı problemine cevap teşkil edebilmelidir. Bunlardan biri de, yeni siyasî rejimin anayasal temellerinin, Türkiye toplumunun belirgin bir vasfı olan etnik-kültürel farklılıkları barışçı bir biçimde ve demokratik bir zeminde bir arada tutacak ilkesel ve kurumsal düzenlemeleri içermesidir.
Böyle bir demokratik zemin, her şeyden önce ideoloji ve dünya görüşü bakımından tarafsız bir anayasanın varlığını gerektirmektedir. Otuz küsur yıldır ısrarla yazıp söylediğim gibi, tarafsız devlet Anayasanın felsefi-ideolojik nitelikli herhangi pozitif projeyi onaylamaktan kaçınmasını olduğu kadar, toplumdaki felsefî, dinî veya ahlâkî anlayışlara karşı önyargı içermemesini de şart koşar. Bunu sağlamanın araçlarının başında devletin lâiklik ilkesine uygun olarak örgütlenmesi gelmektedir.
Resmî ideolojinin varlığı bireysel özgürlük ve özerklikle olduğu gibi adaletle de bağdaşmaz. Özgürlük ve özerklikle bağdaşmaz, çünkü bu, devletin bireyleri şu veya bu ideoloji yahut dünya görüşü doğrultusunda biçimlendirmeye, onlara amaç ve değer dayatmaya çalışmasına yol açar ki bu da bireysel gelişim ve kendini-gerçekleştirmenin önündeki en büyük engellerden biridir. Resmî ideolojinin varlığı demokrasiyle de bağdaşmaz, çünkü bir devlet ideolojisinin olduğu yerde kamu meseleleri özgürce tartışılamaz ve bu arada siyasî partilerin yurttaşlara sunabilecekleri alternatif projeler skalası da peşinen kısıtlanmış olur.
İdeolojik devlet aynı zamanda adalete de ters düşer, çünkü o kamusal alana giriş ve kamusal meselelerde söz sahibi olma, hatta kamu kaynaklarından yararlanma hakkı bakımından resmî ideolojiyle uyumlu olan kişi ve grupları öyle olmayanlar aleyhine olarak kayırır. Bu durum ayrıca toplumsal barışı zedeler, farklı toplumsal kesimler arasında gerilim ve çatışmayı teşvik eder.
Bu arada, resmî ideoloji hukuku yozlaştırır, mahkemeleri herkesin hak arama kapısı olmaktan çıkarır, onları resmî ideolojinin bekçileri yapar; böylece hukuk bir baskı ve sindirme aracı haline gelir.
Ancak, ideolojik olarak tarafsız devlet temel ilkeler düzeyinde hiçbir normatif tercihi olmayan devlet demek değildir. Özgür ve demokratik bir toplumun anayasası elbette herkes için özgürlük ve adaleti, herkesin kamusal meselelerde eşit söz hakkını güvence altına almak zorundadır. Başka bir ifadeyle, özgürlük, insan hakları, hukukun üstünlüğü, adalet, barış ve lâikliği anayasayla güvence altına almak elbette tarafsızlığa aykırı değildir. Çünkü bunlar, hangi dünya görüşü veya ideolojiye mensup olursa olsun herkesin kendisini gerçekleştirmek, hayatı kendi iyi anlayışına göre yaşamak ve barış içinde bir arada var olabilmek için ihtiyacı olan çerçeve değerlerdir. Tarafsızlığa aykırı olan, böyle genel ve soyut bir ortak varoluş çerçevesi kurmak değil, belli bir ideoloji veya hayat tarzını anayasa ve kanunlar marifetiyle herkesin uymakla yükümlü olduğu bir devlet projesine dönüştürmektir.
Devletin anayasal olarak yeniden kurulmasıyla ilgili olarak, farklılıkların demokratik bir temelde barışçı birlikteliğinin elbette tarafsızlıktan başka gerekleri de vardır. Bunların başında, ulusal azınlıklar başta olmak üzere, etnik-kültürel olarak farklı olan grup ve topluluklara sağlanması gereken anayasal korumalar gelmektedir. Bu Türkiye için şu bakımdan önemlidir: Devletin resmî tezi aşağı yukarı bir asırdır bizi aksine inandırmaya çalışmış olsa da, bu süre boyunca gerçekleşen etnik temizlik operasyonlarına, toplu katliamlara, pogromlara ve zorunlu göçlere rağmen, kültürel çeşitlilik ve ahlâkî çoğulculuk bugün halâ Türkiye toplumunun tanımlayıcı bir özelliğidir.
Kaldı ki, Türkiye etnik-kültürel bakımdan türdeş olsaydı bile, bu durum anayasal düzenin ahlâkî çoğulculuğun gereklerine uyarlanması ihtiyacını ortada kaldırmazdı. Esasen, çoğulculuğun gereklerinin gözetilmediği yerde toplumsal barış ta tehdit altındadır.
Onun için, Türkiye eğer sahiden özgür-demokratik bir toplum olmak istiyorsa, onun anayasası toplumun çoğulculuk ve çeşitliliğini tanımak, ona saygı göstermek ve bunun bir gereği olarak ta farklı kültürel ve dinî grupların kendilerini gerçekleştirmelerinin önündeki hukukî-siyasî engelleri kaldırmak zorundadır. Bunun birinci pratik gereği ise şudur: Anayasada devleti etnik-kültürel bir toplulukla özdeşleştiren veya etnik imaları olan ibare, terim veya ifadelere yer vermekten kaçınmak, özellikle yurttaşlığı “Türklük”le tanımlamaktan vaz geçmek. (Diyalog, 7 Ağustos 2022)