Bugün Türkiye’de seçim var. Bu bir mahallî seçim olmasına rağmen ülke aşağı yukarı üç aydır bir genel seçim havası yaşıyor. Oysa yurttaşlar bugün milletvekillerini veya cumhurbaşkanını seçmek için değil, yerel yönetim organlarını belirlemek için sandık başına gidiyorlar.
Bu tuhaf durum Türkiye’nin yerel seçimleri genel seçim havasına çeviren çok özel şartları yaşamasından ileri gelmektedir. Başka bir deyişle, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere büyükşehirlerde kimin belediye başkanı seçileceği hem iktidar ve muhalefet partilerinin (ve liderlerinin) gelecek beklentileri, hem de genel olarak Türkiye’nin kısmen de olsa özgürleşme ihtimali bakımından önem taşımaktadır.
Beni bu yazıda özelikle ikinci nokta ilgilendirmektedir: Türkiye’nin bugünkü iktisadî, sosyal ve siyasî şartlarında toplumumuzun özgürleşme şansı nedir?…
Türkiye’nin halihazırda içinde bulunduğu şartların anlamlı bir değerlendirmesi ancak geçmişiyle karşılaştırmalı olarak yapılabilir. Böyle baktığımızda varacağımız sonuç özetle şudur: Türkiye’nin özgürlük ve demokrasi performansı daha önce de pek parlak değildi ama AKP(+MHP) iktidarında bu konulardaki sicilimiz çok-partili dönemde hiç olmadığı kadar bozulmuş bulunuyor. Bugün Türkiye maalesef hemen hemen her bakımdan gerileme halinde olan bir ‘’seçimli-otoriter’’ rejim manzarası göstermektedir.
Bu tek-adamcı otoriter siyasî rejime, dünya görüşü, hayat tarzı ve hatta etnik-kültürel temelde ‘’bölünmüş’’ ve hoşgörü ve empati yoksunu birey ve grupların neredeyse rastgele bir toplamı haline gelmiş olan bir sözde ‘’toplum’’ manzarası eşlik etmektedir. Hatta toplumsal bölünmüşlük yer yer kutuplaşma halini almıştır. Ayrıca, kamu otoritesini büyük ölçüde Türkçü-milliyetçi ideolojinin yönlendirmesi yüzünden etnik-kültürel ayrışma da gitgide derinleşmektedir.
Öte yandan carî otoriter rejimin iktisadî performansı da kötüdür. Teknik kadroların iktisadî uzmanlık bilgisinin yetersizliği ile siyasî karar alıcıların dinsel bağnazlığının yol açtığı yanlış kararlar yüzünden ekonomik yapı üretkenliğini yitirdikçe ülkede genel refah düzeyi gerilemekte, yükselen enflasyonun da etkisiyle yoksulluk gitgide kitleselleşmektedir. Başka bir deyişle, bugünkü Türkiye’de siyasî baskıya yaygınlaşmış bir yoksulluk eşlik etmektedir.
Orta ve uzun vadede Türkiye’nin daha medenî, müreffeh ve mutlu bir gelecek şansını etkileyecek olan başka bir sorun alanı eğitim ve üniversitenin geleceğidir. Bugün Türkiye’nin eğitim-öğretim sistemi müfredatı, öğretim teknikleri, personeli ve hatta fiziksel donanımı bakımından hür ve medenî bir toplumun ihtiyaçlarıyla uyumlu olmaktan çoktan çıkmıştır. Nitekim bu sistem açık-fikirli, yaratıcı, kendi kendini yönetebilen, hayatın değişen şartlarına ve zorluklarına kendini uyarlayabilecek bilgi, beceri ve diğer donanımlara sahip insanlar yetiştirememektedir. Aksine bu sistem uysal, otoriteye sorgusuz-sualsiz itaati içselleştirmiş, devletçi-ideolojik önyargılar ve yanlış bilgilerle şartlanmış, her bakımdan eksik veya yetersiz donanımlı gençler üretmektedir.
Üniversitelerimizin de hatırı sayılır bir kısmı doğru anlamda üniversite sayılamazlar. Bugün itibariyle önemli bir kısmı ‘’gecekondu üniversiteleri’’nden oluşan bu sistemin bilimsel bilgi üretme kapasitesi evrensel standartların çok gerisindedir. Bunun sonucu olarak, ‘’Türk ’üniversiteleri’’nin çoğunda öğretim hizmeti sahici bilim insanları tarafından değil de, akademik unvan sahibi ama bilimsel bilgi üretme yeteneği çok düşük olan hocalar (‘’yüksek öğretmenler’’) tarafından yürütülmektedir.
Üniversitelerde öğretim elemanı olma standartları çok fazla düşürülmüş, öğretim üyesi yetiştirme sistemi büyük ölçüde iflâs etmiştir. Dahası, üniversitelerin her kademesinde siyasî-ideolojik angajmanlar akademik liyakatin önüne geçmiştir. Doğrusunu söylemek gerekirse, yukarıda temas edilen diğer alanlardaki sorunların hatırı sayılır bir kısmının arkasında yatan da akademik hayatta bile ehliyet ve liyakatin yerini sadakatin almış olmasıdır.
Ayrıca, bütün bu sorunların çoğu başka bir büyük sorunumuzla şu veya bu ölçüde bağlantılıdır. Bu büyük sorun, Türkiye’de hukuk ve adalet sisteminin maalesef çökmüş olduğu gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Bağımsız ve tarafsız yargı ideali artık bize çok uzaktır.
Oysa hukuk ve adalet sadece ‘’hukuk ve adalet’’ten ibaret değildir. Çünkü, barışçı ve medenî bir hayat, her şeyden önce, oturmuş ve işler bir hukuk ve adalet sisteminin varlığına bağlıdır. Türkiye’de hukuk ve adaletin çöktüğü acı gerçeği bu sistemin kişilerin haklarını garanti etmekten ve genel olarak ‘’adalet dağıtmak’’tan uzaklaşmış olmasıyla sınırlı bir mesele de değildir. Bu durumun aynı zamanda toplumsal ahlâka, siyasete ve ekonomik hayata da yüklediği ve maalesef örneklerine her gün tanık olduğumuz ciddî maliyetleri vardır.
Toparlarsak: Ne yazık ki, bu iç karartıcı manzaradan en azından kısa vadede özgürlükçü ve demokratik bir Türkiye özlemi için iyimser bir sonuç çıkarmak hiç te kolay değil. (Diyalog, 31 Mart 2024)