‘’Devlet ve Toplum’’ ifadesi insanların zihninde genellikle devletle toplumun organik olarak bağlantılı olduğu ve devletin toplumun bir türevi olduğu çağrışımı yapar. Aslına bakılırsa, organik bağlantıyı bir yana bırakırsak, bu düşünce Hegel ve Marx’tan önceki klasik sosyal teorinin, İskoç Aydınlanması düşünürlerine kadar geri giden yaklaşımıyla tutarlıdır. Bu teori ‘’sivil toplum’’u esas olarak kendi-kendini düzenleyen özerk bir alan olarak görüyordu.
Sivil toplumu mülkiyet ilişkilerine indirgemesine ve onun iç çelişkilerle malul olduğunu kabul etmesine rağmen, ilk bakışta sanılabileceğinin aksine, Marx ta devlet-toplum ilişkisinde toplumu öne çıkaran yaklaşımı benimsemiştir. Gerçi, mülkiyet ilişkileri klasik teori bakımından da sivil toplumun tanımında önemlidir, ama Hume ve Smith gibi 18. yüzyıl İskoç düşünürleri daha çok sivil toplumu asıl var eden –ve onu ‘’sivil’’ yapan- ethosun ne olduğunu anlamaya ve tanımlamaya çalışıyorlardı. Bu ethos, genellikle iddia edildiği gibi kişisel çıkar güdüsünden ibaret değildi; onun asıl kurucu unsurunu, toplum içinde dayanışma ve işbirliğini mümkün kılan (ve duygudaşlık, empati ve tanınma/onay görme isteğinin de kaynağını oluşturan) ‘’ahlâk duygusu’’ oluşturuyordu.
Toplumsal tarih açısından bakıldığında, devlet-toplum ilişkisinde toplumu öne çıkaran veya toplumu ‘’aslî’’ devleti ise ‘’türev’’ varlık olarak gören yaklaşımın en azından Batılı toplumlar için sağlam bir temeli vardır. Gerçekten de Batıda modern devlet yukarıdan aşağıya doğru olmaktan çok, aşağıdan yukarıya (toplumdan devlete) doğru oluşmuştur. Sivil toplum devletten ayrıdır ve onun varlık temelidir. Devlet kendisinden önce gelen sivil toplumun, onun içinde gelişmiş olan düşünceler, yapılar ve kurumların oluşturduğu zemin üzerinde yükselmiştir. Yerel yönetimler, bağımsız şehirler, yerleşik mülkiyet hakları, aristokrasi, burjuvazi, rıza ve sözleşme fikirleri bu miras içinde öne çıkan unsurlardır.
Bu durum Avrupa’da devleti frenleyecek sosyal güçlerin var olduğu ve daha temelde, devletin toplumun varlığını borçlu olduğu özerk bir varlık oluşturmadığı anlamına gelmektedir. Oysa Türkiye’nin devlet geleneği bundan tamamen farklı bir zeminde teşekkül etmiştir. Bu gelenekte devlet-toplum ilişkisi Batıdakinin tersidir: Devlet toplumun bir türevi ve kurumu olmayıp, aksine ondan bağımsızdır; devlet tamamen özerk bir varlıktır. Başka bir deyişle, Türkiye’de devlet-toplum ilişkisinde bir eşitlik veya toplumdan yana bir öncelik söz konusu değildir. Dahası, bizim geleneğimizde aslında toplumu da var eden devlettir. Çünkü, ahlâkî ilkeleri, kurumları ve yerleşik pratikleriyle kendi-kendini düzenleyen ve kendi ayakları üstünde durabilen özerk bir varlık olarak ”toplum” yoktur.
Türkiye’de birincil varlığın devlet, toplumun da onun türevi veya eseri olduğu olgusu da yine ekonomik ve sosyal tarihle açıklanabilir. Bu tarihsel gelişmenin özü şudur: Türkiye’de doğru dürüst ‘’sosyal’’ var olmadan ‘’siyasal’’ oluşmuştur. Batıdakinin aksine, feodal geçmişi olmadığı ve ticaret burjuvazisi de oluşmadığı için, bugün Türkiye’de devleti dengeleyecek yerleşik toplumsal güçler ve köklü fikirler yoktur; Türkiye’nin ne aristokratik bir mirası, ne ‘’dokunulmaz’’ mülkiyet haklarına sahip bir burjuvazisi, ne de özerk yerel yönetim geleneği vardır. Bu durum devleti bir yandan rakipsiz ve üstün bir güç haline getirirken, öbür yandan –paradoksal olarak- aynı anda hem müsadereci hem de toplumun velinimeti yapmıştır. Üstelik, yine Batıdan farklı olarak, bu siyasal gelenekte Kilise gibi bir kurum da yoktur; burada din devleti dengeleyen özerk bir kurumsal yapı olmak şöyle dursun, tam tersine devletin müttefikidir. Bunun Türkiye siyasetini anlamak bakımından fevkalâde önemli olan sonucu, devletin kahredici gücüne bir de kutsallık örtüsünün geçirilmiş olmasıdır.
Bu durum Türkiye’de devletin Locke’cu anlamda ‘’sivil’’ (medenî) olma ihtimalini bile neredeyse ortadan kaldırmakta ve onu Hobbes’un Leviathan’ına yaklaştırmaktadır: Devlet varlığı topluma dayanan ve meşruluğunu topluma hizmet sunmasına borçlu olan bir aygıt değildir, devletin meşruluğu kendindedir. Devlet bizatihi bir değerdir ve temel amacı da kendini idame ettirmektir (‘’Devletin bekâsı’’). Bu arada, yukarıda belirttiğim nedenden dolayı, devletin bekâsı aynı zamanda ‘’Din’’in de bekâsı demektir.
Türkiye’de devletin toplumun ihtiyaç, talep ve beklentilerinden çok fazla etkilenmemesini ve -son yıllar hariç tutulursa- görünüşte işleyen ‘’demokratik’’ süreçlere ve ‘’iktidarların değişmesi’’ne rağmen, devlet aygıtının sorumsuz bir devlet profesyonelleri zümresinin (‘’derin devlet’’in) kontrolünde kalmaya devam etmesini mümkün kılan işte bu tarihsel-toplumsal zemindir. Kısaca, kimilerinin sandığı gibi, Türkiye’de devlet, palazlanmalarına yine kendisinin izin ve imkân verdiği vesayet altındaki bir kapitalistler zümresinin değil, söz konusu devlet misyonerlerinin tahakküm aracıdır.
(Diyalog, 6 Aralık 2020)