Aydın ve Entelektüel
“Aydın” kelimesinin farklı çağrışımları var. Kelime anlamı itibariyle, aydın “aydınlanmış kişi”yi ifade etmektedir, bu anlamıyla aydın eski “münevver” kelimesinin günümüz Türkçesine aktarılmış hali gibi durmaktadır. Bu anlamın, ayrıca, 18. yüzyıl Aydınlanma anlayışıyla yakın bir ilişkisi de var. Böyle bakıldığında, herhangi bir “aydınlanmışlık” değil, Aydınlanma Felsefesinden mülhem bir “aydınlanmışlık” kast edilir. Bu anlamda aydınlanmanın tipik anlatımını ise Kant’ın meşhur tanımında buluyoruz: “Aydınlanma insanın kendi kusuruyla içine düştüğü ergin/erişkin olmama durumundan kurtulmasıdır. Erişkin olmama ise kişinin başkasının yol göstermesi olmaksızın kendi aklını kullanamamasıdır.”
Zaman zaman “aydın” yerine kullanılan “entelektüel” kelimesini de aynı Aydınlanmacı anlayışla ilişkilendirmek mümkündür. Nitekim, entelektüel kelimesi atıfta bulunduğu kişinin tanımlayıcı özelliğinin onun “zihinsel faaliyet”le veya “zihinsel üretim”le temayüz etmesi olduğunu ima eder. Aklın özgür kullanılmasını çağrıştırdığı ölçüde, tabiatıyla, bu anlam Aydınlanmacılıkla doğrudan bağlantılıdır. Mamafih, zihinsel faaliyet veya üretimi dar anlamda akılcı faaliyetle özdeşleştirmek de doğru olmayabilir. Bu nedenle, entelektüel sıfatını Aydınlanmacı bağlama sıkıştırmanın yanlış olduğu savunulabilir.
Entelektüel kavramını hem bu nedenle hem de Türkçedeki kullanımının kendine has özelliğinden dolayı “aydın” kavramından ayrı tutmakta yarar var. Çünkü, Türkçedeki yaygın kullanımda “aydın”ın daha sıradan bir çağrışımı vardır. Bu kelime çoğu zaman “tahsilli”, özellikle de “yüksek tahsilli” kişi anlamında kullanılmaktadır. Bu kullanım, aynı zamanda, aşağıda bahsedeceğim bir grup adı olarak “aydınlar”la da ilişkilidir. Buna karşılık, entelektüel aydınlar olarak anılan topluluk, içinde düşünce veya fikir üretme yanı öne çıkanların dahil olduğu daha dar bir kategoriyi ifade etmektedir.
Bir Zümre Olarak Aydınlar
Dikkat edilirse, günlük dilde “aydın”dan ziyade “aydınlar”dan söz ederiz. Bir grup olarak aydınlardan… Kelimenin bu şekilde bir kollektivite adı olarak kullanılması, aynı zamanda, toplumsal-tarihsel bir role atıfta bulunur. Başka bir anlatımla, burada tek tek “aydın”ların öyle sayılmalarını gerektiren özel nitelikleri değil de, “aydınlar” topluluğunun veya zümresinin yerine getirdiği varsayılan toplumsal işlev vurgulanmak istenir. Bu kullanımda terim sosyolojik olduğu kadar siyasî bir anlama da sahiptir. Aydınlar zümresinin şimdi sözünü edeceğim bu siyasal rolü tarihsel bir analizle de doğrulanabilir.
Aydınlar zümresinin bu işlevi zaman zaman “ilerleme” fikriyle ilişkilendirilir ve aydınların “ilerici” oldukları, olmaları gerektiği dile getirilir. Bu kullanımda aydınlar toplumun adeta öncü/avangard gücüdür. İlk bakışta “aydınlar” için bir övgü veya takdir gibi görünse de, ben bu ilerici-öncü aydınlar nitelemesinin ancak modernlik bağlamında anlamlı olduğunu, ama insanî varoluşa ilişkin daha kuşatıcı bir bakış açısından seçkinci bir anlayışı yansıtan bu nitelemenin övgü dilini pek de hak etmediğini düşünüyorum. Çünkü, bu anlayış en nihayetinde aydınları “devletin işbirlikçisi” olarak tanımlamaktadır.
Ne demek istediğimi açıklamaya, Amerikalı özgürlükçü düşünür Murray Rothbard’dan uzunca bir alıntı yaparak başlamak istiyorum. Rothbard “Devletin Anatomisi” adlı ufuk açıcı denemesinde devlet denen kurumun özü itibariyle yağmacılığın örgütlenmesi anlamına geldiğini açıkladıktan sonra şöyle diyor:
“Yağmacılığın üretim fazlasından desteklenmesi zorunlu olduğundan, Devleti kuran sınıfın –tam zamanlı bürokrasinin- ülkedeki hayli küçük bir azınlık olması gerekir… Bundan dolayı, egemenlerin birinci görevi vatandaşların çoğunluğunun aktif veya teslimiyetçi (uysal) rızasını garanti etmektir.”
Bu rızayı sağlamanın bir yolu elbette –Rothbard’ın da işaret ettiği gibi- toplum içindeki muhtelif grupları çıkarlarıyla devlete bağlamaktır, ama bu yeterli değildir. Çoğunluğun devlete gönüllü itaatini sağlamada daha etkili olan yol iknadır. Aydınlar işte bu noktada devreye girmektedir. Yine Rothbard’a başvurursak: Toplumun rızasını elde etmek için “çoğunluğun, devletin iyi, akla uygun ve en azından kaçınılmaz olduğuna ve düşünülebilecek başka seçeneklerden kesinlikle daha iyi olduğuna ilişkin ideolojiye ikna edilmesi gerekir. Aydınların kritik sosyal görevi bu ideolojinin insanlar arasında teşvik edilmesidir. (…) Böylece aydınlar toplumdaki “kanaat-oluşturucular”dır. Kanaatleri şekillendirmenin ise Devletin en çaresizce ihtiyaç duyduğu şey olduğu gerçeği, Devlet ile aydınlar arasındaki kadim ittifakın temelini anlaşılır kılmaktadır.”
Rothbard’ın bu analizi esas olarak devletin ortaya çıkışını açıklamaya yöneliktir, ama bu tahlili özellikle modernlik bağlamında devletin kurulduktan sonra kendisini idame ettirmesine de pekalâ uygulayabiliriz. Burada modernliği özel olarak vurgulamamın bir nedeni, modern devletin toplumun kontrolüne ilişkin iddiasının çok daha cüretkâr ve kibirli olmasıdır. Başka bir neden ise, modern devletin Aydınlanma’nın ilerleme düşüncesinin de etkisiyle, toplumu tutarlı ve kusursuz bir sistem olarak akılcı yoldan kurma fikrine tutku derecesinde bağlı olmasıdır. Bu iki nokta modern devletlerin görünüşe göre en özgürlükçü olan örneklerinin bile özünde totaliterlik potansiyeli taşıdıklarını göstermektedir.
Bu özelliği dolayısıyla, modern devletin aydınların ideolojik desteğine olan ihtiyacı kendi öncellerinden daha da fazladır. Açıktır ki, iddiasının büyüklüğü ölçüsünde topluma daha fazla müdahale etmek durumunda olan bir devletin, yurttaşlarının –aslında, “tebaa”sının- gözünde gerekçelendirilmeye veya meşrulaştırılmaya olan ihtiyacı da o ölçüde artar. Bu yolda, sadece toplumun merkezî bir otorite eliyle düzene sokulmasının insanî varoluş için zorunlu olduğunu değil, fakat aynı zamanda toplumu “ilerleme”nin yoluna sokmanın ve orada sebat etmesini garanti etmenin de devletin görevi olduğunu vaz eden ideolojiyi geliştirmek suretiyle, devlete en büyük desteği aydınlar sağlamaktadır. Bu bakımdan, günümüzde hem kendilerini “aydınlar” olarak onurlandıranların hem de egemenlerin devlet-merkezli bu toplum tasavvuruna şüpheyle bakanlardan “aydın” payesini esirgemeleri hiç de tutarsız değildir. Başka bir anlatımla, yukarıda işaret ettiğim anlamda –yani, zihinsel üretimiyle temayüz etmek anlamında- “entelektüel” olmak “aydınlar” zümresinden sayılmaya yetmiyor. Aydın sayılmak için gökyüzündeki Tanrı’nın tahtına yeryüzündeki devleti oturtmak; daha ölçülü bir dille anlatırsak, Adam Smith’in dediği gibi “sistem adamı” olmak veya bugünkü popüler deyimle “ilerici” olmak gerekir.
Türkiye’de Aydınlar ve Kurulu Düzen
“Medenî dünya”da aydınların devletçi ideolojinin misyonerliğine talip olma ve “yerleşik düzen”in gönüllü müttefikliğini üstlenme bakımından belki de en çok ileri gittikleri ülke Türkiye’dir. Daha önceki dönemde de şüphesiz izleri bulunmakla beraber, Türkiye’de aydınlar esas olarak modernleşme döneminde ve özellikle Tanzimat’tan itibaren devletin ideolojik müttefiki olarak ortaya çıkmıştır. Modernleşme ideolojisi devlet ile aydınları aynı safta birleştiren ana dinamik olmuştur. Bu dönemde elbette modernleşme ideolojisi karşısında eleştirel tutum alanlar da var olmuştur; ama onlar çoğunlukla kelimenin saf haliyle “aydın” olmaktan çok, en hafif tabiriyle “muhalif aydınlar” veya “reaksiyonerler” olarak anılmışlardır. Gerçi, ister sosyalist isterse muhafazakâr olsun bu grupta yer alanların da devlet-merkezli bir toplumsal-siyasal tasavvurdan büsbütün uzak oldukları söylenemez. Ancak, burada önemli olan, bu ikinci grubun “aydın” sayılmamasının gerekçesinin kurulu düzene şu veya bu ölçüde muhalefet etmiş olmaları gerçeğidir.
Türkiye’de “devlet-merkezli” dediğim toplumsal-siyasal tasavvur “hikmet-i hükümet” ideolojisi ile atbaşı gitmektedir. Aslında bu Türkiye’ye özgü bir durum da değildir; bütün modern devletlerin arka planında “hikmet-i hükümet” doktrini yer alır. Bu doktrinin ana fikri devletin her ne pahasına olursa olsun idamesine öncelik verilmesi, “devletin bekâsı”nın hak ve adaletten üstün tutulmasıdır. Pratikte bu, “kurulu düzen”i yüceltmek ve onun değişmezliğini garanti etmekle hemen hemen aynı kapıya çıkmaktadır. İşte bir zümre olarak “aydınlar” bu kurulu düzenin hem bir parçası hem de destekçisidir.
Türkiye’de modernist ideolojinin zirve noktasını temsil eden Cumhuriyete geçilmesiyle birlikte, devletin aydın desteğine olan ihtiyacı daha da artmıştır. Bunun temel nedeni, Cumhuriyetin, “hikmet-i hükümet” ideolojisini terk etmemesi, aksine onu kendisinin -kültür dönüşümünü de öngören- toplumu “uygarlaştırma” misyonuyla birleştirmek istemesiydi. Bu ise “eski rejim”inkinden önemli ölçüde farklı yeni bir ideolojinin üretilmesine, dolayısıyla yeni devletçi aydınlara ihtiyaç gösteriyordu. Cumhuriyetçi ideolojinin başka bir özelliği gereği olarak, bu yeni aydınların aynı zamanda “ilerici” ve “Aydınlanmacı” da olmaları gerekiyordu.
Kabul edelim ki, Cumhuriyet bu ihtiyacı karşılamada bir hayli başarılı olmuştur. Cumhuriyetçi eğitim sistemi ve propaganda ağı kısa zamanda kendi ihtiyacına uygun şekilde, geleneksel hikmet-i hükümetle Kemalist ilkeleri bağdaştıran yeni devlet ideolojisini içselleştirmiş bir aydınlar zümresi yetiştirmeyi başardı. Bu yeni “aydınlar” zümresinin ana kütlesini öğretmenler, edebiyatçılar ve gazeteciler ile zamanla bunlara katılan lâik “ulema” oluşturuyordu. Bunların çoğunun entelektüel donanımları pek parlak olmasa da, Cumhuriyetin statükosuna bağlılıkları sarsılmazdı ve yeni ideolojinin toplum içinde sözcülüğünü yapmadaki başarıları da küçümsenecek gibi değildi. Doğrusu, formasyonları Cumhuriyetten önce tamamlanmış olan okumuş-yazmışların da çoğu bu yeni ideolojiye intibak etmekte güçlük çekmedi. Bu başarıyı, Cumhuriyetin uygarlaştırma projesine kısmen veya tamamen muhalif olan alternatif aydınların çeşitli yollardan itibarsızlaştırılmasıyla birlikte düşünmek gerekiyor. Böylece, “aydın” olmak kurulu düzene sadık olmak, hatta onun misyoneri gibi davranmak anlamına gelmeye başladı. Bu yeni “aydınlar” Cumhuriyetin statükosunun idamesinde hayatî bir işlev gördüler. Devletin aydınları statükoya yönelik “tehditler”i savuşturmak ve muhalifleri susturmak için kalemlerini neredeyse kılıç gibi kullandılar.
Ne var ki, 40’lı yılların sonlarında çok-partili hayata geçilmesi kurulu düzeni bir ölçüde değiştirince, bu mücadelenin şekli ve yoğunluğu da bazı değişikliklere uğradı. Tek-parti döneminde, aydınların sağladığı meşrulaştırma desteğinin de katkısıyla, istisnaî veya olağandışı durumlar dışında statükonun idamesi pek zor olmuyordu. Sistemin halk katılımına açık olmaması da bunu kolaylaştırıyordu. Oysa, çok-partili siyasetin rejimin yapısında ve işleyişinde zorladığı kısmî değişiklik, yeni dönemin ruhuna uygun okur-yazarlar ve hatta entelektüellerin ortaya çıkmasını da teşvik etti. Bu yeni durum devletçi aydınların işlevinin tümüyle ortadan kalkmasına değilse de, bir zümre olarak statüsünün gerilemesine ve itibarının sarsılmasına yol açtı. Devletçi aydınların demokratik yoldan iktidara gelen siyasî kadrolara daha fazla husumet beslemelerini teşvik eden faktörlerden biri de budur. Bu husumet devletin aydınlarını darbeler dahil her türlü antidemokratik oluşum ve girişimi desteklemeye sevk etti.
Fakat zaman içinde devletçi aydınlar demokratikleşmeye tepkilerini -1961 ve 1982 Anayasalarında örneklendiği gibi- daha rafine yollardan, hatta kısmen demokrasi dilini kullanarak dışa vurmayı öğrendiler. Nitekim, her iki anayasa da demokratik çoğunlukların sivil-askerî bürokratik kurum ve kurullar tarafından kuşatılması anlayışına dayanmaktadır ki, bu vesayetçi sistemin fikir babası, bilindiği üzere, devletçi-ilerici aydınlar zümresinin “ulema” kanadıydı. Yine hatırlanacağı üzere, aynı ulema hem 27 Mayıs darbesini sözde meşrulaştıran fetvayı vermişler, hem de bilâhare darbecilerin bile onaylamayı içlerine sindiremedikleri derecede antidemokratik bir anayasa taslağı hazırlamışlardı. Bütün bu işlerde devletçi aydınların diğer kanadının da –başta gazetecilerin- onları desteklediğini de belirtmekte yarar var.
Fakat devletçi aydınların statükonun idamesine destek verme görevi burada bitmiyordu. Esas olarak kendi eserleri olan 1961 Anayasasına gerçi sahip çıkıyorlardı, ama bu Anayasanın vesayetten muaf tuttuğu kesimin içinde rejimi dönüştürme eğilimi içine girenler –yani, sosyalistler- belki beklenmedik şekilde güçlendikçe, Anayasanın buna imkân veren kapılarını kapatma amaçlı askerî müdahaleleri 1971 ve 1980’de desteklediler. Kaderin bir cilvesi olarak, devletçi aydınlar blokundan sosyalist emelleri nedeniyle kopan kanadın yerini doldurmak üzere devlet bu sefer milliyetçi-muhafazakâr kanattan yeni müttefikler edindi. Devletçi ittifakın bu yeni unsuru gerçi lâikçi aydınların “ilerici” ve “kültürel dönüşümcü” emellerini paylaşmıyordu, ama “hikmet-i hükümet” düşüncesi onlar arasında da etkiliydi.
Aslına bakılırsa, rejimin işleyişinde aydınların rolü bakımından en dikkate değer dönüşüm 1983 sonunda yeniden demokrasiye geçişle birlikte ortaya çıkmaya başladı. Bu dönemde bir yandan 71 ve 80’de devletçi-ilerici bloka destek veren muhafazakâr aydınlar ittifaktan kopma sürecine girerken, öbür yandan İslâmî yönelimi öne çıkan yeni bir aydınlar grubu ortaya çıkmaya başladı. Zamanla buna “liberal aydınlar” denen başka bir grup daha eklendi. Rejimin 1996 sonlarından itibaren yeni bir krize girmesi son iki grup –İslâmcılarla liberaller- arasında belli-belirsiz bir ittifakın doğmasına yol açtı. Böylece, zamanın statükosunu temsil eden 28 Şubat’ı savunmada geleneksel devletçi aydınlar zümresi yeniden tek başına kaldı. Ne var ki, bu durum onların performansının etkinliğinin azalması anlamına gelmiyordu, aksine bu sefer daha istekli bir biçimde ve demokrasi ilkesini tamamen reddeder bir tarzda tek-parti dönemi ideolojisini yeniden canlandırdılar.
Türkiye’de aydınların siyasal rolünün halihazırdaki durumu, esas olarak, o dönemde oluşmuş olan ayrışmanın bir devamı niteliğindedir. Bir farkla ki, 2002 sonlarından itibaren AKP’nin iktidarda bulunması İslâmcı aydınların büyükçe bir kısmının sisteme entegre olmasını teşvik ettiğinden, bugün statükoyu kısmen de olsa savunan bir İslâmî-muhafazakâr aydın grubu oluşmuş durumdadır. Bunun, önemli ölçüde, AKP iktidarının kendi aydınlarını yaratma çabasının eseri olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Ayrıca, “liberal aydınlar” arasında sayılan bir kısım gazeteci-yazar da bu yeni oluşumun içinde görünmektedir.
Öte yandan, AKP iktidarı muhafazakâr aydınlar kesimi içinde de bir ayrışmaya yol açtı. Eskiden 71 ve 80 darbelerine destek veren muhafazakâr aydınların bir kısmı, Avrupa’yla bütünleşme girişimine muhalif olmalarının ve AKP karşıtlığının etkisiyle, şimdilerde “ulusalcı” diye anılan devletçi-aydınlar blokuna katıldı. Bunların, esas olarak bu kesimin “milliyetçi” kanadı içinden çıkması şaşırtıcı olmasa gerektir. Hikmet-i hükümet düşüncesinin, milliyetçileri, muhafazakâr duyarlılıkları ağır basanlardan daha fazla etkilemesi anlaşılabilir bir durumdur.
Kısaca, özellikle Türkiye söz konusu olduğunda, “aydınlar muhalif olurlar” mottosu ikna edici olmaktan uzaktır. Tam tersine, bana öyle geliyor ki, aydınların genellikle devletin veya iktidarın işbirlikçisi oldukları gerçeği pek değişmiyor; değişen sadece iktidarın değişmesine bağlı olarak “aydınlar” blokunun içinde yer alanların kimlikleridir.
(Mayıs 2012)