Milli Güvenlik Kurulu’nun en son bildirisinde yine –neredeyse mutat olduğu üzere- Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasından söz ediliyor. Bu ifadeye ilk defa rastlamıyoruz; resmî makam ve şahıslar buna çok sıkça başvuruyor ve özellikle Irak sorununun gündeme geldiği her defasında onun “toprak bütünlüğü’’nün korunmasını Türkiye’nin birinci kaygısı olarak belirtiyorlar. Aslında yanlış olan bu ibareyle anlatmak istedikleri tabiî ki Irak’ın “ülke bütünlüğü”. Bu ayrı bir konu. Ayrıca, Türkiye’nin başka bir ülkenin ille de bütünlüğünü korumayı kendisine adeta kutsal bir görev olarak bellemesini de bir yana bırakalım. (Ben bir türlü anlayamıyorum, Türkiye Cumhuriyeti’ni neden Irak halkının veya halklarının dirlik ve iyiliği değil de biçimsel-hukukî değerlerin korunması ilgilendiriyor?)
Ben burada, daha soyut olarak, bu terimlerde ifadesini bulan ve korunmak istenen değerin derecesini sorgulamak istiyorum. Evet, ‘’ülke bütünlüğü” ne kadar değerlidir?…
Türkiye’deki resmî söyleme bakılırsa; insan haklarına riayetin ve hukukun üstünlüğünün sağlanması, yönetimin yurttaşların iradesinden türemesi ve onlara karşı sorumlu tutulabilmesi değil ama bir şey, yani devletin (özellikle ve öncelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin) bekası ve “ülkesi”nin bölünmeden bir bütün olarak varlığını sürdürmesi en temel siyasî değerdir. Hatta bu mutlak bir değerdir, o kadar ki birey olarak sahip olduğumuz bütün haklar devletin bekası ve ülkenin bütünlüğü karşısında eriyip yok olmaya mahkumdur!… Başka bir ifadeyle, “ülke bütünlüğü” bir toplumun değerler hiyerarşisinin en üstünde yer alır, almalıdır.
Bu anlayışın doğal bir sonucu şudur: Bütünlüğüne halel gelmediği sürece, ülkenin içinde neler olup bittiğinin, hangi adaletsizlikler ve insanî dramlar yaşandığının, hatta ülkede zalimlerin hükümferma olmasının bir önemi yoktur. Yeter ki, ülke(miz) parçalanmasın!… Özellikle bizim devlet ulularımızın böyle düşündükleri çok açık. Çünkü, ülkenin bölünmezlik ve bütünlüğünden bahsettikleri her durumda biz yurttaşların da hemencecik bütün haklarımızı unutmamızı, hatta insanlıktan çıkıp sürüleşmemizi istiyor veya bekliyorlar.
Oysa, ister ülke bütünlüğü isterse başka bir kolektif amaç söz konusu olsun, bireyler olarak haklarımız ve özgürlüklerimizin güvence altında olmadığı bir yerde bunların hiçbir aslî değeri yoktur. Ülkenin bütünlüğü eğer bizim daha özgür ve güvenli olmamıza hizmet etmiyorsa, onun her ne pahasına olursa olsun korunması neden birinci amacımız olsun ki? İçinde daha özgür, daha güvenli ve daha müreffeh olmadığım yerin ölçeğinin (ülke sınırlarının) ne önemi var?… Gerçi, “Ülke aslında ‘vatan’ olarak bizatihi değerlidir” diye düşünülebilir; ama o zaman da “vatan”ı bizim için değerli yapanın tarihî hatıralardan ibaret olamayacağını hatırlamalıyız. Vatan daha çok birey olarak varlığımız, malımız-mülkümüz, geçim yerimiz, yakınlarımız ve sevdiklerimizin muhassalasıdır. (Hem unutmayalım, devletin önemsediği, sadece savaş söz konusu olduğunda aklına gelen “vatan” değil, hukukî bir gerçeklik olan “ülke”dir).
Şimdi bir an için şöyle düşünelim: Ülke bütünlüğü korunmaz veya korunamazsa ne olur? “En kötüsünden”, diyelim ki ülke parçalanır. Peki bu ne demek?… Çoğu kimseye çok şaşırtıcı gelecek ama, eğer devreye devlet ve egemenlik gibi “bidat”ları sokmaz ve sırf beşerî açıdan düşünürsek, somut olarak hiç bir şey demek. Çünkü, neyin parça olduğu bakışa göre değişir. Bütünlüğünü ölümüne korumak istediğimiz ülke bile aslında daha büyük bir birime (meselâ üstünde yer aldığı dünyaya, hatta içinde bulunduğu kıtaya) göre sadece parça değil midir?
O zaman, adına “ülke” denen parçalar neden başka parça ölçeklerinden (yani, “ülke”nin içindeki izafi parçalardan ve “ülke”den büyük parçalardan) daha önemli ve her ne pahasına olursa olsun korunmaya değer olsun ki?… Hem ayrıca, bugün adına “ülke” dediğimiz büyüklü-küçüklü yeryüzü parçaları hâlihazırdaki genişlikleri bakımından önemli ölçüde keyfî değil midirler? Başka bir anlatımla, hiçbir ülkenin sınırı ne Tanrı vergisidir ne de ahlâkî hak edişle ilgilidir; dolayısıyla bunların her biri tarihsel olarak pekalâ daha büyük veya daha küçük de olabilirdi. Gerçi, bu kozmopolitan-insaniyetçi düşünceye bir milliyetçi “o parça (yani, ülke) bizim olduğu için değerlidir ve sırf bu nedenle korunmayı hak eder” şeklindeki bir argümanla karşı çıkabilir. Ama bu itiraz da geçersizdir. Çünkü, hem buradaki “bize ait oluş” ahlakî hak edişle ilgili değildir, hem de sınırlar veya ülkenin genişliği tamamen tarihsel tesadüflere bağlı olarak ortaya çıkmıştır.
Demek ki, “ülkenin bütünlüğü” -ve dolayısıyla ülkenin parçalanması- aslında fizikî-maddî bir şeyle değil, egemenlik yapısıyla ilgili kavramlardır. Daha açık bir deyişle, bir ülkenin parçalanması demek, daha önce onun üzerinde “egemen” olan devletin artık onun bir kısmında egemen olmaması demek. İşte bütün fırtına da buradan kopuyor: Devletlerin ülke bütünlüğü üzerindeki ısrarlarının asıl nedeni, yurttaşlarının iyiliğine (onların daha özgür, güvenli ve müreffeh olmalarına) ilişkin kaygılara veya hayırhah niyetlere sahip olmaları değildir; tam aksine, onlar üzerinde hüküm yürütebilecekleri nüfusun ve hoyratça kullanabilecekleri –aslında israf edebilecekleri- kaynakların azalmasından endişe ediyorlar.
Başka bir ifadeyle, ülkeyi de, onun bütünlüğünü de değerli kılan, bunların sahibinin devlet olmasından başka bir şey değildir. Ve ne kadar ehlileştirmeye ve yönetilenlerin rızasına tâbi kılmaya çalışırsak çalışalım, modern devlet asla kendisini yurttaşların iradelerinden türeyen, ikincil bir varlık olarak görmüyor. Onun nazarında biz hepimiz tebaayız ve o bizim efendimizdir.
Peki ya devlet de sınırlar da hiç olmasaydı!… (Tercüman, 31 Mart 2003)