Merkezî plancılığa dayanan “komuta ekonomisi”nin dramatik başarısızlığının tarihen sabit olmasından sonra, bir an için iktisatta devletçi ve kollektivist yöntemlerin cazibesinin azalacağı yolunda bir beklenti oluşmuştu. Ama bu beklenti gerçekleşmedi. Tam aksine, piyasa ekonomisi düşmanlığı özellikle aydınlar arasında etkili olmaya devam etti.
Garip olan, özgürlüğü ve refahı temel bir değer olarak görenlerin önemli bir kısmının “piyasa ekonomisi”nden hiç hazzetmemesi. Dünyada olduğu kadar, Türkiye’de de durum böyle. İtiraf ederim ki, yaklaşık yirmi yıldır liberal sosyal-siyasal teoriyle haşir neşir olan ben bile piyasa ekonomisinin özgürlükçü bir siyasal tasavvur açısından ne kadar hayatî olduğunu biraz geç kavradım. Başlangıçta, piyasa ekonomisinin özgürlükçü bir düzen açısından ikincil bir değeri olduğunu sanıyordum.
Oysa, piyasalara dayanan bir iktisadî hayat tutarlı bir özgürlükçülüğün toplumsal tasavvurunun temel taşlarından birini oluşturur. Bir kere, özgürlük ilkesinin değerini hayatın çeşitli alanlarına göre farklılaştırmak ve onu belli hayat alanlarına hasretmek mümkün değildir. Bu olgusal olarak da de normatif olarak da böyledir. Çünkü hayatın gerçekçi bir kavranışı, kişinin iktisadî faaliyetlerini onun diğer hayat alanlarındaki faaliyetlerinden ayırmaya izin vermez. Bireyin iktisadî etkinlikleri çoğu zaman onun kültürel, sosyal, siyasî, hatta dinî etkinlikleri ile iç içe geçmiş durumdadır. Normatif olarak da, meselâ siyasette özgür olmasını doğru bulduğunuz insanların iktisadî etkinliklerinde neden özgür olmamaları gerektiğini ahlakî olarak açıklamak mümkün değildir. Siyasî özgürlüğe “evet” derken, kendinizle tutarlı kalarak iktisadî özgürlüğe “hayır” diyemezsiniz.
Kaldı ki, iktisadî olarak kendisini idare etmesine, kendi kaynaklarına tasarruf etmesine izin verilmeyen [bireylerden teşekkül eden] bir toplumun siyasî otoriteden özerk olmasına da imkân yoktur. Bu açıdan, iktisadî özgürlük ve özgür piyasa kurumları sivil toplumun temelidir. İktisaden devlete bağımlı olan, [yani] kaynakları devletin tasarrufunda olan bir toplum siyaseten özgür ve özerk olamayacağı için, siyaseti de yönlendiremez. Devletin iktisadî hayatı kontrol etmesi demek, toplumsal alanın neredeyse tümüyle devletin güdümünde olması demektir. Devletin toplumun “velinimeti” olduğu yerde ne özgürlük olur ne de demokratik siyaset.
Öte yandan, toplumsal refahın artması da özgürlükçü bir ekonomik yapının varlığına bağlıdır. “Refah devleti” teriminin yanlış çağrışımının etkisiyle, “refah”ı üretenin devlet olduğunu sanmak bir aldanıştır. Gerçekte toplumda refahı üreten özgür piyasalardır. “Refah devleti”nin yaptığı, sadece, üretilmiş refahı sağlam bir adalet ilkesine bile dayanmaksızın -yani, büyük ölçüde keyfî olarak- dağıtmasıdır.
Piyasa ekonomisine duyulan yaygın antipatinin başlıca nedenlerinden biri, gerek entelektüel gerekse popüler kavrayışlara hâkim olan muayyen bir sosyal tarih paradigmasıdır. Esas olarak 19. yüzyılın ikinci yarısının sosyalist fikriyatının baskısı altında oluşmuş olan bu paradigma, sanayi devrimi ve kapitalistleşmeyle birlikte yoksulluk ve sefaletin arttığını söyleyegelmiştir. “Kapitalizm”in kendi iç çelişkileri sonucunda yıkılmasının kaçınılmaz bir tarih yasası olduğuna inanan sosyalistlerin tarihi böyle okumuş olmaları anlaşılabilir bir şeydir. Oysa bunun ideolojik amaçlarla çarpıtılmış bir tarih okuması olduğu Mises, Hayek ve Hartwell gibi düşünürlerce ayrıntılı olarak gösterilmiştir. Ne var ki, stratejik kaygılarla oluşturulmuş [olan] bu “yoksulluk efsanesi”ni zihinlerden sökmek kolay bir iş değildir.
Bu anlayış bugün de dünyanın şurasında burasında etkili olan açlık ve sefaletin günahının “kapitalizm”e yüklenmesi ve bu sorunların çözümü için devletçiliğe ümit bağlanması şeklinde devam etmektedir. Oysa bu problemin kaynağı tam da merkezî planlamacılık, otarşik ticaret politikaları ve devlet kontrolüdür. Peter Bauer’in çalışmalarının gösterdiği gibi, devletçiliğe saplanılmadığı sürece, geri kalmış ülkeler için fakirlik bir kader değildir.
Elbette piyasa ekonomisine dayanan bir modelde de herkesin her bakımdan tatmin olmasına imkân yoktur. Ama zaten böyle bir tasavvur yeryüzünde “cennet”in kurulabileceğini hayal etmekten farklı mıdır ki?… Kaldı ki, totaliter projelerin genellikle yeryüzü cenneti vaatlerinin ayrılmaz birer parçası olduklarını da unutmamak gerek. Öyleyse, en fazla yapılabilecek olan, kendi kusuru olmaksızın dara düşenleri kayırmamızı mümkün kılacak, keyfî olmayan bir adalet ilkesi çerçevesinde hareket etmek olabilir. Ama bunun da söylendiği kadar kolay bir şey olmadığını; siyasal sürecin, başlangıçta haklı bir ilkeye dayanan bu tür bir uygulamayı zamanla genelleştirilmiş, keyfî bir dağıtımcılığa dönüştürmesi ihtimali bulunduğunu da akıldan çıkarmamalıyız. (Bu yazı ilk defa 11 Aralık 2003 tarihli Tercüman gazetesinde yayımlanmıştı; Diyalog, 26 Mayıs 2024)