Özgürlük-güvenlik ilişkisi her zaman hukuk ve siyasetin zor bir sorunu olmuştur. Bu zorluğun önemli bir nedeni, devletlerin genellikle özgürlük karşısında güvenliğe öncelik vermeleridir. Devletlere insan haklarına saygı ödevinden sapma gerekçesini en fazla güvenlik ve terörle mücadele mülâhazaları verir. İnsanların güvenlikçi söylemin gözde sloganı olan ‘’özgürlük-güvenlik dengesi’’ni genellikle pek sorgulamaksızın kabullenmeleri söz konusu zorluğu daha da artırmaktadır.
Amacım güvenlik kaygısının temelsiz olduğunu savunmak değildir. Barışçı bir toplumsal varoluş için güvenliğin önemini inkâr edecek değilim, güvenlik elbette siyaset ve hukukun gözetmesi gereken toplumsal amaçlardan biri olmak durumundadır. Kişilerin özgürce hareket edebilmeleri ve haklarını kullanabilmeleri için güvenlik içinde olmaya veya güvenli bir ortama elbette ihtiyaçları vardır. Ama güvenliği özgürlük pahasına elde etmek durumunda değiliz, güvenlik pekalâ özgürlüğü hiç feda etmeden de artırılabilir.
Öte yandan, özgürlük temeli üstüne kurulmuş olmayan bir toplumsal hayatı da sırf güvenlik hatırına değerli sayamayız. Onun için, burada asıl mesele, devletçi söylemin güvenliği başlı başına bir amaç konumuna yükseltmesi ve bu sayede özgürlük-güvenlik ilişkisini güvenliğe öncelik verecek şekilde tersine çevirmesidir. Oysa, gerçekte insanî-medenî bir hayat için birincil değer güvenlik değil özgürlüktür. Bu bağlamda güvenlik de özgürlüğün bir türevi olarak görülmelidir. Bu demektir ki, güvenliğin sağlanması en başta temel hak ve özgürlüklerin korunmasına bağlıdır.
Şöyle de diyebiliriz: Güvenlik özgürlüğe karşı değil, özgürlük için var olan ikincil bir değerdir. Güvenliğin sağlanması özgürlükten ve insan haklarından bağımsız, başlıbaşına bir amaç değildir; çünkü o zaten bireylerin hak ve özgürlüklerinin güvende olması demektir. Özgürlük ve hakların güvende olduğu yerde güvenlik de büyük ölçüde sağlanmış demektir. Güvenlik, hak ve özgürlüklerin varlığından bağımsız ve onların konumunu belirleyen bir ilke veya değer olarak görülemez.
Güvenlikçi yaklaşımın birbiriyle ilişkili iki büyük sakıncası vardır. Bunlardan biri, kamu otoritelerinin aşırı durumları gerekçe göstermek suretiyle özgürlük kısıtlamalarını normalleştirmeleri, diğeri ise aynı makamların ’özgürlük-güvenlik dengesi’’ söylemini keyfî özgürlük kısıtlamalarını meşrulaştırmak için kullanmalarıdır. Bu aşırı durumların başında ‘’terör’’ gelmektedir. Nitekim, günümüzde Türkiye dahil birçok ülkede kamu otoriteleri terör kavramını amacından saptırarak, herhangi bir şiddet eyleminde bulunmayan ya da şiddeti teşvik etmeyen, dolayısıyla toplumun güvenliği için tehdit oluşturmayan muhalifleri bastırma yoluna gitmektedirler.
‘’Özgürlük-güvenlik dengesi’’ şablonu da, ilk olarak, güvenliği özgürlük ve hakları güvence altına almanın bir aracı olmaktan çıkarıp özgürlüğe eşit bir rakip değer olarak sunması bakımından yanlıştır. Özgürlük-güvenlik dengesi formülü pratik olarak da yanlıştır, çünkü onun ima ettiğinin aksine, birçok durumda kişiler özgürlüklerinden yaptıkları fedakârlığa karşılık daha fazla güvenlik elde edememektedirler. Özgürlüklerdeki azalmanın güvenliği gerçekten artıracağından hiçbir zaman emin olamayız. Özgürlükleri mütemadiyen kısıtlanan ve her an yeni kısıtlamalara uğrayacağı endişesi içinde yaşayan insanların güvenliğe kavuşmaları şöyle dursun, onlar böylece aslında güvensizliğe itilmiş olurlar. Toplum güvenliğe kavuşmayı beklerken kendisini güvensizlik içinde bulur.
ABD’nin kuruluşunun fikrî mimarlarından Benjamin Franklin doğru söylemiş: “Biraz güvenlik elde etmek için özgürlükten vazgeçebilenler ne özgürlüğü ne de güvenliği hak ederler.” Yani, güvenlik kaygısını fazla ileri götürürseniz, özgürlüklerinizi yitirmekle kalmaz, umduğunuz güvenliği de elde edemezsiniz.
(Diyalog Gazetesi, 1 Eylül 2019)