On bir aydır uygulanmakta olan “olağanüstü hal”in yürürlükteki Anayasaya, insan hakları hukukuna ve bizatihi hukuk fikrine aykırı olduğuna daha önceki yazılarımda işaret etmiştim. Aslına bakılırsa, olağanüstü halin uygulanma biçiminin Anayasanın öngördüğü modelle -adı dışında- pek bir benzerliği bulunmamaktadır.

Öte yandan, bu uygulamanın yakın bir zamanda kaldırılmayacağını Cumhurbaşkanı zaten açıklamıştı; bugünlerde basında çıkan kimi yazılara bakılırsa, bu süresiz “olağanüstü hal” için kamuoyu oluşturulmaya da başlanmış bulunuyor. Siyasî iktidarın sözcülüğünü yapmakla ünlü bir sözde gazetecinin, “çok yakında yeni ve daha kanlı bir darbe girişiminin olacağını” yazması bununla ilgili olmalı. “Daha şedid bir rejimi bekleyin” demek ister gibi bir şey bu… Önümüzdeki günlerde bu türden başka yazılar da çıkarsa şaşmayın.

En başta iki noktayı özellikle vurgulamak isterim: Birincisi, gerek anayasamız gerekse karşılaştırmalı hukuk açısından, olağanüstü hal hukuk-dışı değil, anayasal-hukukî bir yönetimdir. Bu demektir ki, olağanüstü hallerde de kamu makamlarının yapabileceklerinin hukuken belirlenmiş sınırları vardır; olağanüstü hal bir keyfîlik rejimi değildir. Olağanüstü halin hukukun büsbütün askıya alındığı bir yönetim şekli olduğu anlayışı (bkz. 1876 Anayasası), bırakalım medenî dünyayı Türkiye’de bile çok eskilerde kaldı.

İkinci olarak, olağanüstü hal “istisnâî” bir yönetim biçimidir; ama bunun anlamı, iktidar sahiplerinin anlamak istedikleri gibi, temel hakların ihtiyaç halinde daha fazla sınırlanabileceğinden ibaret değildir. “İstisnâi” sıfatının diğer ilgili anlamı, kuraldan (normal yönetimden) ayrılmanın geçici olduğudur. Dolayısıyla, ilk fırsatta, yani “tehlike” atlatılır atlatılmaz istisnaî durumdan ayrılmak ve normal olana dönmek olağanüstü halin mantığında saklıdır.

Şimdi, Türkiye’deki sözde olağanüstü hal uygulaması bu iki ilkeyi de apaçık bir şekilde ihlâl etmektedir. Yani, olağanüstü hal hem hukuk ve anayasa dışı bir rejim olarak anlaşılıp uygulanmakta, hem de darbe çoktan atlatıldığı halde olağanüstü hal kalıcı bir rejimmiş gibi uygulanmaya devam etmektedir. Ayrıca, olağanüstü hal ilân edilmesini gerektiren nedenlerle hiç ilgisi olmayan kişiler de sistematik olarak mağdur edilmektedir.

Evet, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nun darbe girişimi nedeniyle ülkenin tamamında usulünce olağanüstü hal ilân etmesi Anayasa’nın 120. maddesine uygundur. Ve yine, olağanüstü halde, prensip olarak, kişilerin temel hakları olağan zamanlarda olduğundan daha fazla kısıtlanabilir. Buna ihtiyaç varsa ve ihtiyaç olduğu oranda tabiî… Ayrıca, Anayasanın 122. maddesi de, olağanüstü yönetim altında yurttaşların temel hak ve hürriyetlerinin sınırlanması ve durdurulmasıyla ilgili tedbirlerin kanunda gösterileceğini belirtmiştir ama, bu tedbirlerin Anayasa’nın 15. maddesinde öngörülen ilkelere uygun olmasını da şart koşmuştur.

Anayasanın 15. maddesinin olağanüstü hal yönetimiyle ilgili olarak öngördüğü ilkeler ise şunlardır:

(1) Temel hak ve hürriyetlerin kullanılması “durumun gerektirdiği ölçüde” durdurulabilir veya bu hakların Anayasal güvenceleri kaldırılabilir. Burada aslında iki ilke var: (a) Kısıtlayıcı tedbirler ölçülü olmalıdır. Bu demektir ki, haklar genel olarak durdurulamaz; şu veya bu hakkın durdurulabilmesi için bunu gerektiren (hatta, zorunlu kılan) somut nedenler olmalı ve ayrıca o hak bu nedenlerin zorunlu kıldığı ölçüde -daha fazla değil- durdurulmalı veya kısıtlanmalıdır, (b) Temel haklar kaldırılamaz, sadece kullanılmaları “durdurulabilir”, yani geçici olarak yasaklanabilir. Bunun pratik sonuçlarından biri şudur: Olağanüstü KHK’yla bile kişilerin hiçbir temel (anayasal) hakkı kaldırılamaz; sadece, tekil durumlara ilişkin olarak geçici askıya alma sözkonusu olabilir. Meselâ KHK’yla hiç kimsenin kamu görevliliği sonlandırılamaz; olsa olsa, haklı nedenler varsa bazı kamu görevlileri -en fazla olağanüstü hal süresince- yargı yolu açık olmak üzere görevden uzaklaştırılabilirler.

(2) Olağanüstü hal tedbirleri Türkiye’nin “uluslararası hukuktan doğan yükümlülükleri“ni ihlâl edemez. Bu yükümlülüklerin başında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ çerçevesinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin geliştirdiği “insan hakları hukuku”na uymak gelmektedir.

(3) Olağanüstü yönetimde bile hiç bir şekilde şu temel haklara dokunulamaz: (a) yaşama hakkı (devlet hiç kimseyi öldüremez, hapishanelerde de tabiî), (b) kişinin maddî ve manevî bütünlüğü (kişilere işkence ve kötü muamele yapılamaz, aşağılanamaz ve hakarete maruz bırakılamazlar), © kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz, (eğer biliniyorlarsa) bunlardan dolayı suçlanamaz, (d) suçlar ve cezalar geçmişe yürütülemez, (e) suçluluğu mahkeme kararıyla tespit edilmediği sürece kimseye suçlu muamelesi yapılamaz.

Oysa, şu onbir aylık “olağanüstü hal” uygulamasının gösterdiği gibi, temel haklar konusunda iktidar sahiplerine hiçbir sınır tanımayan, keyfî, ölçüsüz bir kısıtlama mantığı hâkim durumdadır; sanıyorlar ki, olağanüstü hal kendilerine anayasayı ve hukuku tanımama, dolayısıyla durum gerektirmese de her hak askıya alma yetkisi veriyor. Onun içindir ki, onbinlerce insan keyfî olarak işlerinden atıldı; uluslararası insan hakları hukuku, bu arada AİHM içtihadı yok sayıldı; işkence, hakaret, aşağılama vak’ayı âdiye halini aldı; insanlar düşüncelerinden, sempati veya antipatilerinden dolayı suçlanıp hapse atılabiliyorlar.

Kısaca, bütün işaretler AKP iktidarının “olağanüstü hal” adı altında anayasa-dışı bir “fiilî durum” yaratmış olduğunu ve bunu kalıcı bir rejim modeli haline getirmeyi amaçladığını gösteriyor.

Bu yazı 7 Haziran 2017 Ortaksöz’de yayınlanmıştır.

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir