Son genel seçimde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin seçmen tabanını DP (DYP) ve Anavatan’ı silip süpürecek kadar genişletmesi, onun ‘’merkez partisi’’ haline gelip gelmediğine ilişkin tartışmayı yeniden canlandırdı. Hatırlanacağı üzere, 2002 seçimlerinden sonra da aynı konu gündeme gelmiş ve kimilerince AK Parti’nin merkeze ‘’oturma’’ yolunda olduğu ileri sürülmüş, parti yönetimi de bu izlenimi kuvvetlendirmek üzere Menderes’in ve Özal’ın mirasına sahip çıkan bir söylem geliştirmişti.
Siyasette ‘’merkez’’ kavramı, çok defa iç içe geçmiş şekilde kullanılan iki farklı anlamı ifade etmektedir. İlk olarak, siyasî ideolojilerle ilgili literatürde ‘’merkez’’ kavramı sol-sağ eksenine dayanan geleneksel siyasî yelpazede iki ‘’aşırı’’ ucun ortasında bir yerde konuşlanan ideolojik duruşlara veya partilere işaret eder. Bu anlamda ‘’merkez’’ siyasette ılımlılığı da ima eden bir terimdir. Bu pozisyonu temsil eden partiler merkez olarak anılır ve ideolojik kimlikleri de ‘’liberalizm’’le ilişkilendirilir. Böylece, siyasî merkezin, kısaca ‘’orta sağ’’ ve ‘’orta sol’’ olarak adlandırılan ve muhafazakâr bir liberalizmden ‘’liberal sol’’a kadar uzanan bir politik çizgiyi ifade ettiği kabul edilir.
‘’Merkez’’ kavramı zaman zaman sosyolojik diyebileceğimiz bir anlamda da kullanılmaktadır. Genellikle ‘’toplumsal merkez’’den söz edenler bu anlamı kast etmektedirler. Bu anlamda ‘’merkez’’, partilerin siyasî yelpazedeki ‘’evrensel’’ sayılan konumlarından çok, temsil ettikleri değerlerin toplumun ‘’ortalaması’’nı ne ölçüde yansıttığıyla ilgilidir. Böyle bakıldığında, meselâ Türkiye’de ‘’milliyetçi-muhafazakâr’’ olarak nitelenen ve ‘’toplumun değerleri’’yle uyuştuklarını ileri süren ‘’orta-sağ’’ partilerin neden kendilerini ‘’merkez’’ saydıkları anlaşılır hale gelmektedir. Ancak, tabiî, bunların ‘’toplumun değerleri’’yle ne ölçüde örtüştükleri kadar, bizatihi toptancı bir ‘’toplumun değerleri’’ kavramının çoğulcu-demokratik siyasetle uyuştuğu da şüphelidir. Öte yandan, bunu ‘’merkez’’in yukarıda işaret edilen ilk anlamıyla ilişkilendirirsek, Türkiye’de ‘’orta-sağ’’ partiler kimi liberal temaları sahiplenmede ‘’sol’’ olarak anılan partilerden genel olarak daha istekli olmuşlardır. Buna bakarak, onların kendilerini ‘’evrensel’’ anlamda ‘’merkez’’ saymalarında da bir ölçüde doğruluk payı bulunduğu söylenebilir. Yine de bu, onların hem temsil ettiklerini ileri sürdükleri ‘’toplumun değerleri’’nin hem de kendi siyasî-ideolojik programlarının liberalizmle uyuşma derecesinin tartışmalı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.
Belirtmeliyim ki, burada yaptığım analizin normatif –yani söz konusu terimleri onaylayıcı- bir delâleti yoktur. Ben burada sadece siyaset teorisinin ‘’konvansiyonel’’ kavramlarını kullanarak bir durum tespiti yapmaya çalışıyorum. Şüphesiz, gerek ‘’merkez’’in liberalizmle ilişkilendirilmesi, gerek bu kavramla yapılan analizlerin evrensel geçerliliği, gerekse daha temelde bizatihi ‘’merkez’’ kavramının açıklayıcılığı sorgulanabilir. Esasen ben kendim alışıldık sol-sağ ekseninin ideolojik ayrışmaları doğru temsil ettiği kanaatinde değilim. Dahası, ‘’sağ’’, ‘’sol’’, ‘’merkez’’ gibi kavramların ideolojik ve siyasî pozisyonlara ilişkin gerçekliğin yaklaşık [bir] temsili olarak görülmekten çıkıp, zamanla bunlara gerçeğin kendisiymiş nazarıyla bakılmasını yanlış buluyorum. Onun için, partilerin ve siyasî hareketlerin doğru tanımlarının, onların geleneksel sol-sağ ekseninde [kendilerine] yakıştırılan yerden ziyade, temel fikirlerinin bundan bağımsız olarak değerlendirilmesine bağlı olduğu kanaatindeyim.
Kaldı ki, Türkiye’de bu meselenin dikkate alınması gereken başka bir yanı vardır ki, kanaatimce siyasî partilerin tanımı bakımından bu daha önemlidir. O da, Türkiye’de başka politik kavramlar gibi ‘’merkez’’ kavramının da devletin kendisi tarafından tanımlandığı ve bu tanımın aynı zamanda politik meşruluğun da ölçütü sayıldığı gerçeğidir. Her şeyden önce, resmî söylemde ‘’merkez’’ kavramı yukarıdaki ‘’evrensel’’ anlamıyla da, sosyolojik anlamıyla da çok fazla ilişkili değildir. Devlet seçkinlerinin dilinde ‘’merkez’’ kısaca Devletin kendisidir. Dolayısıyla, toplumla ilişkileri ne olursa olsun, devlete yakın olan veya onun etrafında duran partiler de ‘’merkez partisi’’ sayılmaktadır. AK Parti’nin geçirdiği dönüşüme ve toplumun neredeyse yarısının desteğini elde etmesine rağmen devlet seçkinlerince ‘’merkez’’e yakıştırılmamasının asıl nedeni budur. Bu çerçevede, siyasette ‘’ılımlılık’’ da devlet yanlısı olmak veya devletçi ittifak içinde yer almak anlamına gelmektedir. Onun içindir ki, devlet ve devletçi aydınlar nazarında liberalizm –meselâ Batıda genellikle varsayıldığı gibi- ‘’ılımlılık’’ı temsil etmemektedir, tam aksine liberalizm devlet seçkinlerinin geleneksel düşmanlarının baş sıralarında yer almaktadır. ‘’Merkez’’in bu anlamı bir ölçüde ‘’sivil’’ aktörlerin diline de nüfuz etmiştir. Kavramın kimi partilerce ve ‘’merkez medya’’ denen kesimde kullanılma tarzı bunun açık bir kanıtıdır. Esasen bunların kendilerinin ‘’merkez’’ olarak nitelenmesi de bundan ileri gelmektedir.
Siyasette ‘’merkez’’in böyle tanımlanmasının olağan bir sonucu, onun aynı zamanda siyasî meşruluğun da baş kriteri olarak görülmesidir. Bir siyasî partinin veya siyasî bir hareketin sistem tarafından meşru sayılması, onun devletin öncelik ve hassasiyetlerini paylaşmasına veya en azından bunlara mesafeli durmamasına bağlıdır. Bunun bilincinde olan partiler de, toplumsal tabanları ne kadar geniş veya ‘’toplumun değerleri’’ni temsil etme iddiaları ne kadar güçlü olursa olsun, devletçi söylemi şu veya bu ölçüde benimseme yolunu tutarlar. Hiçbir zaman ‘’iktidar’’ olamayacaklarını bilseler de, hiç değilse ‘’yöneten çoğunluk’’ olabilmek için bunu yapmak zorunda oldukları bilinciyle hareket ederler. Aksi halde, demokratik temsil kabiliyeti ne kadar büyük olursa olsun, devlet tarafından ‘’aşırı’’, ‘’rejim karşıtı’’ veya ‘’tehlikeli’’ olarak yaftalanacaklarını, hatta siyasal süreçten bir şekilde dışlanacaklarını bilirler.
İşte bu nokta, Türkiye’deki ‘’rejim’’in karakteristik özelliğidir. Ben, zamanla değişen kavramsal çerçevelerle de olsa, öteden beri birçok yazımda bunu anlatmaya çalışıyorum. Gün oldu bunu ‘’devlet-siyasal sistem’’ ayrılığıyla, gün oldu ‘’bürokratik yönetim geleneği’’yle, gün oldu ‘’halksız demokrasi’’yle dile getirdim. Meselâ, 1989 tarihli bir yazımda şöyle demiştim: ‘’Devlet siyasal toplumun soyut ve süreklilik gösteren temel unsurudur. Toplumdan gelen talepleri kendi değerlerinin süzgecinden geçirir veya bizatihi bu talepleri denetimi altında tutar. (…) [Devlet] hem toplumdan bağımsız (özerk), hem de ona ‘’egemen’’ olduğu için ‘üstün’ ve ‘yüce’dir. Onun ideolojisi toplumdan etkilenmez, etkilenmemelidir; aksine topluma hükmedicidir. (…) Buradaki anlayış içinde ‘devlet’ transandantal bir kavram olarak algılanmaktadır. Siyasal toplumun ikinci unsuru ‘siyasal sistem’dir. Dinamiği toplum veya halk olan ’siyasal sistem’in işlevi; ‘’devlet’in değerleri çerçevesi içinde kalmak kaydıyla, dayandığı toplum katının çıkar, özlem ve beklentilerini yansıtmak ve bunları siyasal kararlara dönüştürmektir. ‘Devlet’in dışındaki siyasal sürecin aktörleri politikacılar, yani halka dayanan insanlardır. Bunlar toplumun meşru temsilciliği için kendi aralarında yarışırlar; başka bir deyişle, ‘siyasal sistem’’ demokrasinin geçerli olduğu yegâne alandır. Ve demokrasinin ‘devlet’e sızmaması, ‘siyasal sistem’le sınırlı kalması gerekir. Daha açık olarak ifade edersek, ‘siyasal sistem’ işlevini yerine getiren organlar [olan] parlamento ve hükümetin karışamayacağı işler ve konular vardır. / Yapılmış olan çok partili hayat tecrübesinin de asıl amacı, ‘devlet’ten bağımsız olarak karar alabilecek politikacıların çıkmasına imkân verecek, yarışmacı bir ‘siyasal sistem’ yaratmak olmayıp, ‘devlet’ işlevi açısından belki yararlı olabilecek bir ‘münazara’ forumu oluşturmaktı.’’ (Liberal Toplum Liberal Siyaset, 1992, s. 234, 235, 236)
Türkiye siyasetinin bu özelliği, ülkemizin yerleşik ‘bürokratik yönetim geleneği’yle de yakından ilgilidir. Nitekim, ‘devlet’i temsil eden ‘’(b)ürokratik seçkinlerin kafalarındaki ideal, modernleşmiş, Batılı Türkiye’yi yaratmak uğruna, özellikle tek-parti yönetimi döneminde Türkiye’nin toplumsal gerçeğini anlamadan –hatta böyle bir ihtiyacı duymadan- devlet zoruna dayalı bir siyaseti egemen kılmış ve ‘kitaba uygun’ olmayan olguları adeta patolojik göstergeler sayarak zorla ‘kitaba uydurma’ya çalışmış olmalarının arkasında yatan da aynı dünya görüşüdür.’’ (a.g.e., s. 247)
Bu siyaset tarzı Maurice Duverger’den uyarladığım ‘haksız demokrasi’ kavramıyla da çok ilgilidir: ‘‘Halkın tümünün değil de onun içinden küçük bir azınlığın sosyo-politik sistemi yönlendirme yetkisi olduğu fikrini ima eden ‘halksız demokrasi’ kavramlaştırması… kendi içinde çelişkilidir. / Halksız demokrasi taraftarları diye adlandırdıklarımızın hepsini bu fikre götüren, ‘aydınlatılmamış’ halkın kendisi için iyi olanı bilemeyeceği varsayımıdır. Bundan dolayı, onların dünya görüşlerinde ‘cahil’ halkın aydınların ‘doğru’ları istikametinde ‘aydınlatılması’ suretiyle ’gerçek’ çıkarlarına ulaşabilmelerini sağlama siyaseti önemli bir yer tutar. Bu yolda ‘gerektiğinde’ devlet zoruna başvurulmasında da bir sakınca görülmez. Buna şaşırmamamız gerekir. Çünkü seçkinci görüşlerin devlete egemen olması halinde Jakoben bir baskıcılığa dönüşmeleri mukadder görünüyor. Cumhuriyetle birlikte köklü ve toptan bir değer dönüştürme girişiminin yaşanmış olduğu Türkiye gibi bir ülkede, ‘devrim sonrası şartlar’ın halkı ‘aydınlatma’ ve ‘uygarlaştırma’ siyaseti, statülerini böyle bir devrimin ürünü olarak gören ’yeni düzen’in adamlarının (bürokratların) çıkarlarına da uygundur.’’ (a.g.e., ss. 224-25, 228)
Kısaca, Türkiye’de siyasetin karakteristik özelliği çoktandır değişmemiştir. Bu özelliği, yukarıdaki kavramların yanında, zaman zaman benim ve başka meslektaşlarımın da yaptıkları gibi, ‘yarı-demokrasi’, ‘seçim demokrasisi’, ‘vesayetçi demokrasi’ gibi siyaset teorisinin başka kavramsal araçlarıyla da açıklamak mümkündür. Devlet seçkinleri işte bu sisteme kısaca ‘rejim’ diyor ve onun ebediyen değişmezliğini savunuyorlar. Türkiye’nin özgürleşmesi bu ‘rejim’i dönüştürmek kadar, onu meşrulaştırmaya yarayan resmî kavramsal çerçeveyi de tahtından indirebilmemize bağlıdır. Siyasî terminolojimizi sivilleştirmeden rejimimizi sivilleştiremeyiz.
- Bu yazı ilk defa Zaman gazetesinin 1 Ağustos 2007 tarihli nüshasında yayımlanmıştır.