Türkiye çok-partili siyaseti ilk defa İkinci Meşrutiyet’in (nâm-ı diger, ‘’Hürriyet’’in) ilânını takiben 1909-1913 yılları arasında tecrübe etti. Enver Paşa’nın ‘’Bâbıali Baskını’’yla son bulan bu ilk denemeyi, Türkiye’nin daha sonra bir daha yakalayamadığı seviyede bir sivil ve siyasî örgütlenme çoğulculuğu karakterize ediyordu. Bu ilk çoğulcu siyaset denemesine son veren İttihat ve Terakki Cemiyeti onun yerine bir diktatörlük rejimi kurdu. Bu rejim Mondros Mütarekesini takiben İttihat-Terakki’nin önde gelenlerinin yurt dışına kaçmasıyla sona erdiyse de, İttihatçılar 1919 seçimiyle oluşan Meclis-i Mebusan’da ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nde çoğunluğu elde tutmaya devam ettiler.
Nisan 1920’de çalışmalarına ara veren ve bilâhare padişah tarafından feshedilen Meclis-i Mebusan’ın devamı olarak Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin toplanması kesintiye uğramış olan temsilî rejimin yeniden kurulması anlamına da geliyordu. Ama bu ‘’demokratik’’ tecrübe de uzun sürmedi ve Millî Mücadele’nin kazanılmasından sonra Nisan 1923’te Teşkilât-Esasiye Kanunu’na aykırı olarak BMM seçimleri yenilendi. Bir anlamda Meclis darbeye maruz kaldı. Yeni ‘’seçimler’’le oluşturulan ve beklenebileceği gibi muhaliflere yer vermeyen bu Meclisle birlikte yeni bir tek-parti dönemi başladı ve bu durum 2. Dünya Savaşı sonuna kadar devam etti.
Şimdi, Türkiye’de ilk çok-partili siyaset tecrübesinin üzerinden yüz on küsur yıl, yeniden çok-partili hayata geçilmesinin üzerinden ise neredeyse seksen yıl geçtikten sonra, halâ istikrarlı ve pekişmiş bir demokrasiye sahip değiliz. Nitekim, 1945-46 eşiğinden buyana Türkiye’de demokratik siyasal süreç, bilindiği gibi, neredeyse düzenli periyotlarla birçok tam veya kısmî askerî müdahaleye maruz kaldı. Ama askerî müdahaleler olmasa bile, bu rejimin ‘’normal’’ işleyişi de Batılı liberal-demokratik modelden belirgin bir sapma gösteriyordu. Açıkça söylemek gerekirse, Cumhuriyet’in demokrasisi, başta ‘’Devletin bekâsı’’ ve Kemalizm olmak üzere ‘’siyaset-üstü’’ öncelikler adına ‘’devlet seçkinleri’’nin demokratik sürecin işleyişini sürekli gözetim altında tutmalarını sağlayan vesayetçi kurumsal yapı ve mekanizmalara dayanıyordu.
Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün önderliğinde 2002 sonunda iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmetleri ilk yıllarda rejimin vesayetçi yapısının koyduğu sınırları pek zorlamadan demokratikleşme ve özgürleşme yönünde hatırı sayılır kimi adımlar attılar. Ancak, önce Başbakan sonra Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan zaman içinde bir yandan önderlik kadrosunun kendi dışındaki üyelerini (Abdullah Gül dahil) tasfiye ederek Partinin kontrolünü tek başına ele geçirdi, öbür yandan da 2016’daki darbe girişiminin -kitlelerin mobilizasyonunun da katkısıyla- bastırılmasından devşirdiği meşruluk sayesinde ve izleyen olağanüstü rejimin sunduğu imkânların akıllıca kullanılmasıyla hem rejimin vesayetçi unsurlarını tasfiye etti hem de muhalefeti etkisizleştirdi. Böylece Türkiye özgürlük ve demokrasi standardı açısından eski vesayetçi sistemin de gerisinde kalan baskıcı bir rejime saplanmış oldu.
Başka bir ifadeyle, Tayyip Erdoğan’ın sevk ve idaresi altındaki Türkiye’de demokrasinin kalıcı rejim modeli haline gelmesi –deyim yerindeyse, demokrasinin ‘’müsses nizam’’a dönüşmesi- şöyle dursun, rejim tam tersine otokrasinin eşiğine gelmiş bulunuyor. Bu durumun sadece Erdoğan’ın siyasî zekâsının, güç tutkusunun ve liderlik ve fırsatları değerlendirme becerisinin eseri olarak görülemeyeceği açıktır. Bunda, başka iç ve dış faktörler yanında, Erdoğan’nın muhaliflerinin siyasî maharet eksiğinin de hatırı sayılır bir payı olsa gerektir.
Keza, Erdoğan’ın ‘’Devletin ve Milletin bekâsı’’ endişesine ters düşmeyen ‘’dinciliği’’ onun müesses nizamdan gerçek bir tepki görmemesini sağlamış, hatta oradan destek almasını kolaylaştırmış olmalıdır. Erdoğan’ın dinciliğinin vesayetçi ‘’devlet seçkinleri’’nin dünya görüşünün tam karşıtını temsil ettiğine ilişkin baskın görüş, her iki tarafın temelde aynı devlet anlayışını paylaştığını görmeyi engellemektedir. Oysa, gerçekte Tayyip Erdoğan da onlar kadar devletçi, Türkçü-milliyetçi, hikmet-i hükümetçi ve güvenlikçidir.
Türkiye’nin yüz yıldan fazla bir süredir bir türlü demokratikleşememesinin ve –en azından AKP iktidarına kadar- kronik bir geçiş rejimi görüntüsü vermesinin altında daha derin yapısal ve kültürel nedenler bulunmaktadır. ‘’AKP iktidarına kadar’’ dememin nedeni şu: AKP iktidarıyla birlikte mesele ‘’demokrasiye geçiş’’ meselesi olmaktan çıkmış ve devleti yönlendiren temel kaygı liberal-demokratik rejim standartlarıyla ilişkili olmaktan tamamen çıkmış bulunmaktadır.
Yine de, Türkiye’nin üç yüzyılı bulan siyasî modernleşme ve bir asırdan uzun bir zaman dilimine yayılan temsilî rejim tecrübesi bir bütün olarak düşünüldüğünde, bu konuda önümüzdeki asıl engelin Türkiye’nin demokratik bir rejime dayanak oluşturacak liberal bir fikrî ve kurumsal zeminden yoksun olması olduğunu görmemiz gerekiyor. Oysa, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın yerleşik demokrasilerinin arkasında bireysel haklar, anayasayla sınırlanmış devlet, hukukun üstünlüğü, sosyal sözleşme, rıza ve temsilî rejim, yargı bağımsızlığı, bağımsız şehirler, yerel özerklik gibi düşünce ve kurumlara ilişkin yüzlerce yılık bir birikim yatmaktadır.
Dolayısıyla, Türkiye’nin sorunu, imkânsızı başarmaya çalışması, yani liberal temellerden yoksun bir demokrasi kurma iddiası gütmesidir. Evet, devletten bağımsız bir ‘’hak ve hukuk’’ fikrinin olmadığı, devletin araç olmaktan çıkarılıp amaç mertebesine yükseltildiği ve yukarıdan aşağıya doğru ve merkeziyetçi bir şekilde kurulduğu bir kültürel ve siyasî gelenekle ancak bu kadar oluyormuş. (Diyalog, 9 Aralık 2022)