Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvuru üzerine işkencenin varlığının resmen onaylanması anlamına gelen 26 Mayıs tarihli son kararının da gösterdiği gibi, Türkiye insan hakları ihlâlinde artık hiçbir sınır tanımaz hale gelmiştir. Mahkeme, polis sorgusunda tecavüz dâhil olmak üzere kötü muameleye maruz bırakılan başvurucuya ‘’insan haysiyetiyle bağdaşmayan muamele’’de bulunulduğunu tespit etmiş bulunuyor. Hatırlanacağı gibi, daha önce de zaman zaman emniyette ve hapishanelerde şüpheli ve sanıklara kötü muamele, hatta işkence yapıldığına dair şikâyetler gündeme gelmişti.
Bu gibi şikâyetlerin öncelikle ‘’terör’’ şüphelisi veya sanığı olan kişilerden geldiği gerçeği üzerinde düşünmemiz, hatta iki kere düşünmemiz gerekiyor. İlk olarak, ‘’terörist’’ veya ‘’terör örgütü’’yle bağlantılı oldukları resmî makamlarca alâ-yı valâ ile ilân edilen insanlara kötü muamele ve işkence yapılmasına maalesef toplumumuzun genel olarak ‘’oh olsun’’ deme eğiliminde olduğunu işkenceciler ve onların kendilerinden cesaret aldığı o resmî makamlar elbette biliyorlar.
İkinci olarak, Türkiye’nin gözaltı merkezlerinde ve hapishanelerinde inanılmaz sayıda ‘’terörist’’in bulunmasının tuhaflığı üzerinde de hepimiz ciddî olarak düşünmeliyiz. Nitekim, Demokrasi ve Atılım Partisi’ne mensup bir siyasetçinin Adalet Bakanlığı istatistiklerine dayanarak verdiği bilgiye göre, Türkiye’de 2016 yılından buyana ‘’silâhlı terör örgütü’’ne mensup veya yardımcı olmak isnadıyla bir buçuk milyondan fazla kişi hakkında ceza soruşturması açılmıştır. Referans alınan tarih nazara alındığında, bu isnatla hakkında soruşturma açılanların büyük kısmının Gülen Cemaatinin, geri kalanların ise Kürt siyasî hareketinin mensup ve sempatizanları olduğu kolaylıkla anlaşılabilir.
Başka bir ifadeyle, bu bir buçuk milyonu aşkın kişi içinde gerçekten terörist olanların sayısının birkaç bini geçmediğine kesin gözüyle bakabiliriz. Devletin bu konudaki toptancı mantığının, sadece PKK militanlarını ve PKK’yı aktif olarak destekleyen unsurları değil; Kürt siyasî hareketinin şiddete başvurmayan sivil unsurlarını ve söz ve yazılarıyla Kürt sorununun barışçı-demokratik yoldan çözülmesini talep eden aydınlar ve akademisyenleri de ‘’terörist’’ olarak kodladığı bilinmedik bir şey değil.
Benzer bir durum, devletin ve AKP’nin ‘’FETÖ’’ diye kodladığı Gülen Cemaati için de varittir. Gerek ‘’FETÖ’’ kısaltmasının imal edilmiş olmasının, gerekse sözde terör soruşturmalarının 2016’dan sonra uydurulan ‘’silâhlı terör örgütü’’ isnadına dayandırılmasının yüzbinlerce Cemaat sempatizanı hakkında önyargı oluşturmak ve onlara yapılacak kötü muameleyi sıradan yurttaşların gözünde haklılaştırmak amacına yönelik olduğu açıktır. Oysa, Cemaatle ilgili olarak yapılması gereken, herhangi bir suç işlemiş olmayan bir milyonu aşkın sempatizanı çeşitli şekillerde mağdur etmek değil; sadece 15 Temmuz darbe girişiminin planlanmasına ve fiilen icrasına katılmış olan Cemaat mensupları ile, kamu görevinde iken evrakta sahtekârlık ve görevi kötüye kullanma gibi münferit suçları işlemiş olan muayyen kişileri usulüne uygun olarak yargılamaktan ibaretti.
İçinde bulunduğu şartlara bakılırsa, en başta siyasî iktidarın bu meselelere ciddiyetle eğilmesi gerekiyor. Malum, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi bu hafta içinde yaptığı toplantıda Osman Kavala’yı serbest bırakması için Türkiye’ye son bir uyarı daha yaptı. Aynı toplantıda Komite Selâhattin Demirtaş’ın da serbest bırakılması için uyarıda bulundu. Komite daha önce de biri Aralık 2020’de diğeri geçen Haziran’da olmak üzere aynı yönde iki defa uyarıda bulunmuştu. Bakanlar Komitesinin bu ikinci toplantıdaki uyarısı aslında Türkiye hakkında Sözleşme’nin 46. maddesinde öngörülen ‘’ihlâl prosedürü’’nü başlatacağına ilişkindi. Ancak, Türkiye Mahkemenin kararının gereğini halâ yerine getirmediği halde, Komite ihlâl prosedürünü bu sefer de başlatmayıp, 30 Eylül’e kadar Türkiye’ye son bir şans vermeyi tercih etti.
Görünüşe göre, Türkiye bu süre içinde Osman Kavala’yı serbest bırakmaz veya bu konuda Komite’ye bir eylem planını sunmazsa, Kasım sonunda başlayacak olan toplantısında Komite ihlâl prosedürünü başlatacaktır. Bu durumda, sürecin sonucunda Türkiye’ye, Konsey’deki oy verme haklarının askıya alınmasından Konsey’den geçici olarak çıkarılmaya kadar çeşitli müeyyideler uygulanabilir. İhlâl prosedürü daha önce Azerbaycan’a uygulanmış, fakat Azerbaycan sonunda Mahkeme’nin kararını yerine getirerek müeyyideye uğramaktan kurtulmuştu.
Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’ye müeyyide uygulanmasıyla sonuçlanabilecek olan süreci başlatmayı sürekli ertelemekle, Bakanlar Komitesi hem Türkiye’nin mülteciler konusunu Avrupa’ya karşı bir şantaj unsuru olarak kullanmasına boyun eğme eğiliminde olduğunu göstermekte, hem de Türkiye’nin NATO ittifakı içindeki yeri ve bölgesindeki konumu itibariyle Batı dünyası için önemini dikkate almaktadır.
Yine de kim bilir, Konsey belki de Türkiye’ye sandığı kadar vazgeçilmez olmadığı mesajını verir. (Diyalog, 19 Eylül 2021)