Bugün Türkiye’nin en büyük problemi hukuktur. Bu problem gerçekten büyüktür, ama bir o kadar da âcildir. Âcilliği şundan: Türkiye son birkaç yıldır demokrasinin evrensel standartlarından zaten bir hayli sapmıştır ve bunun yakın vadede düzeleceği de yok gibi. Bu durumun yarattığı zarar-ziyanı telâfi etmek için, bari hukuk ve yargı –bırakalım evrensel standartlara uymayı- hiç değilse Türkiye’nin ‘’normal’’i cıvarında seyretse diye düşünüyor insan. Ama gelin görün ki, yargının durumu ümit verici olmaktan daha da uzak.
Onun için, hukuk ve yargı meselesine bir kere daha bakmakta yarar var.
Hukuk Nedir?
Hukukun dörtbaşı mamur bir tanımını yapmak belki mümkün değildir, ama yine de hukukun ne olduğunu herkes azçok bilir. Aslına bakılırsa, hukukun ne olduğu bu ‘’bilme’’yle de yakından ilgilidir. Şöyle ki: Hukuk diye adlandırılan evrensel fenomenin kavramsal karşılığı insanların onun hakkındaki bilgilerinin de bir fonksiyonudur. Hukukun, evrensel bir gerçeklik olmasına rağmen kültürlere göre bir ölçüde değişkenlik göstermesi bu olgunun bir sonucudur.
Hukukun kesin bir tanımını vermenin zorluğu birçok teorisyeni hukuku işlevleriyle tanımlamaya sevketmiştir. Meselâ Lon Fuller’a göre, hukuk ‘’insan davranışını kuralların yönetimine bağlama girişimi’’dir. Ortak kurallara olan ihtiyaç, toplumun düzenli ve barışçı bir beraberlik olduğu gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Doğru veya âdil olanın ne olduğu konusunda insanların farklı görüşlere sahip olması toplumsal varoluşun bazı ortak kurallara bağlanmasını gerektirmektedir. Yine Fuller’ın belirttiği gibi, ancak bu sayede kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini sağlam ve istikrarlı bir çerçeveye oturtmak mümkün olacaktır.
Hukuk kendi içinde tutarlı bir normatif ve kurumsal sistemdir; normatiftir, yani tanımlanmış durumlarda kişilere yapmaları veya yapmamaları gereken şeyleri söyler. Hukuk kuralları kamu otoritesi aracılığıyla uygulanır; bu özelliği hukukun cebrî bir sistem olduğu anlamına gelir. Pekçok kişi bundan hareketle ‘’müeyyide’’nin hukukun tanımlayıcı bir unsuru olduğu sonucuna varır. Oysa, müeyyide hukukun zorunlu bir unsuru değil, fakat sadece onun etkili olmasına hizmet eden ikincil bir unsurdur. İnsanlar hukuka müeyyide tehdidi yüzünden itaat etmezler, fakat daha ziyade hukukun bağlayıcı olduğunu, dolayısıyla ona itaatle yükümlü olduklarını düşünürler.
Hukukun aynı zamanda kurumsal bir sistem veya yapı olduğunu belirttim. Hukukun kurumsal yanı, başlıca, mahkemeler, hâkimler ve usullerden meydana gelir. Kurallar, kuralların uygulanması ve mahkemelerin işleyişi bakımından hukukun vazgeçilmez değeri ise adalettir. Hukukun adalete hizmet etmesi gerektiği sıradan insanların hukukla ilgili olarak bildikleri en temel bir bilgidir. Yurttaşların hukuka itaati bir yükümülük olarak görmeleri de önemli ölçüde onun adaleti amaçladığını (ve ona hizmet ettiğini) düşünmelerinden dolayıdır.
Yargı İşlevi ve Mahkemeler
Hukukun gerçekten de adalete hizmet etmesi için elbette en başta hukuk kurallarının âdil olması gerekir, ama bunun yeterli olmadığı açıktır. En az bunun kadar önemli olan diğer bir gerek kuralların hakkaniyetle uygulanmasıdır. Onun için, hukukun adalete ne derece hizmet ettiği önemli ölçüde onun uygulanmasına bakılarak anlaşılabilir. Bu ise ‘’yargı’’ diye adlandırılan sistemin oluşumuyla ve ‘’yargısal’’ işlevin gerçekleşme biçimiyle yakından ilgilidir.
Yargıl(ama) barışçı uyuşmazlık-çözme yöntemlerinden biridir. Yargı işlevi, uyuşmazlıkların bağımsız mahkemeler tarafından hukukun uygulanması suretiyle nihaî olarak çözülmesi demektir. Burada ‘’hukuk’’la kastedilen uyuşmazlık konusuyla ilgili yürülükteki normlardan ibaret değildir. Hukuk terimi pozitif normlar yanında, adaletin hukukî gereklerini, hukukun evrensel ilkelerini ve hukukî muhakemenin ilkelerini de kapsar. Mahkemeler hukuku somut uyuşmazlıklara uygularken hukukî muhakemenin kendine özgü yapısı içinde hareket ederler. Hâkimliğin özel-teknik bir formasyonu gerektirmesi de esas olarak bundan dolayıdır.
Hâkimler (mahkemeler) de elbette yanılmaz değildirler. Buna rağmen yargısal kararlara başka (meselâ idarî) kararlara nispetle daha fazla güvenmemizi sağlayan şey, yargılamada izlenen usulün kendine özgü, güvenceli niteliğidir. Nitekim, mahkemeler hukukî uyuşmazlıkları çözerken genellikle çekişmeli (nizalı/adversarial) olan özel bir usul izlerler. Bu usul, suçlamaya karşı savunmanın, iddiaya karşı cevabın veya karşı-iddianın getirilmesi esasına dayanır. Yargılama faaliyetinin üçüncü unsuru ve ana aktörü ise hâkimdir; o taraflardan bağımsız olması sayesinde onların karşılıklı iddialarını değerlendirerek bir ‘’sentez’’e varır, yani hukuk çerçevesinde bir nihaî karar üretir. Bu şekilde üretilen kararların, hakikati yansıtma ve tarafların hakkını teslim etme anlamında âdil olma ihtimali başka tür kararlara göre çok daha fazladır.
Şu var ki, hâkimlik için gerekli olan özel formasyon ile yargılamaya özgü usul ancak mahkemelerin bağımsız olmaları halinde işlevsel olabilir. Âdil kararlar verebilmeleri için, uygun formasyona sahip hâkimlerin bulunması ve izlenen yargısal usulün hakkaniyete uygun olması yanında, mahkemelerin bağımsız olmaları da şarttır. T.C. Anayasası’nın ifadesiyle, hâkimlerin emir ve talimatla değil de hukuka uygun olarak ‘’vicdanî kanaatlerine göre hüküm vermeleri’’ (m. 138) ancak bu sayede mümkün olur. Açıktır ki, bağımsız olmayan hâkimlerin vicdanları siyasî ve idarî makamlardan gelebilecek baskı ve tehditlere karşı hiç korunaklı değildir. Bu arada, özellikle belirtmek gerekir ki, ‘’vicdanî kanaat’’ hâkimler için bir keyfîlik ruhsatı anlamına gelmez. Esasen, hâkimlik formasyonu normal olarak ‘’vicdanî kanaat’’in keyfilik şeklinde ortaya çıkmamasının da güvencesidir.
Evet, ülkemizin hâlihazırdaki en büyük ve âcil sorunu hukuk ve yargıdır. Biliyorum, bu konuya ilişkin evrensel doğruları ne kadar sık seslendirsek de Türkiye’de buna kulak verecek bir kamusal makam maalesef yok. Ama ne yapalım ki, benim gibilerin elinden de başka bir şey gelmiyor.
Bir akademisyen demokratik özgürlüklerin de hepten kaybolduğu böyle bir ortamda daha başka ne yapabilir ki?…