Geçen hafta gazetelerde yer alan ama nedense pek kimsenin dikkatini çekmeyen önemli bir haber vardı: Ekim 2017’den beri tutuklu bulunan Osman Kavala Eylül başına kadar serbest bırakılmazsa Avrupa Konseyi’ni kuran Sözleşme’nin gereği olarak Bakanlar Komitesi Türkiye’ye müeyyide uygulanması kararı alacak. Komite ayrıca Selâhattin Demirtaş’la ilgili olarak ta aynı şekilde ‘’ihlâl prosedürü’’ başlatacağı konusunda Türkiye’yi bir kere daha uyardı.
Hatırlanacağı gibi, AKP iktidarının hükûmete karşı bir kalkışma olarak yaftaladığı 2013 yılındaki malum Gezi Parkı olayları nedeniyle, gösterilere katılan çok sayıda kişi hakkında ceza davası açılmış, bu arada iş insanı Osman Kavala da bu olaylardaki dahli ve yönlendiriciliği iddiasıyla tutuklanarak bilâhare mahkûm olmuştu. Ardından gelen süreç ‘’yılan hikâyesi’’ne dönmüş, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kavala’nın mahkumiyetinin insan hakkı ihlâli olduğunu tespit etmesine rağmen Kavala bir türlü serbest bırakılmamış, başka isnatlarla yeniden tutuklanmış ve nihayet 26 Nisan 2022’de ‘’darbeye teşebbüs’’ suçundan ‘’ağırlaştırılmış müebbet hapis’’ cezasına çaptırılmıştı.
Sonunda, Strasbourg Mahkemesi’nin kararına rağmen Kavala’yı serbest bırakmamakta direnen Türkiye hakkında Avrupa Konseyi tarafından ‘’ihlâl prosedürü’’ başlatılmış, prosedürün gereği olarak İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye’nin Konsey’in kurucu Sözleşmesi’ni ihlâl ettiği hususunu kesin karara bağlamasıyla, sıra Türkiye’ye hangi müeyyidenin uygulanacağının belirlenmesine gelmişti. Eylül’deki toplantıda Bakanlar Komitesi bu konuda bir karar alacak. Sözleşme’nin öngördüğü müeyyideler arasında Konsey üyeliğinden geçici olarak veya kesin çıkarma da yer almaktadır.
Bu gelişmeleri bizim bilmediğimiz diğer ayrıntılarıyla birlikte bildiği ve takip ettiği şüphesiz olan Türkiye hükûmetinin Avrupa’dan gelen bu hatırlatmayı ne kadar ciddiye alacağını ve müeyyideye maruz kalmamak için, yaklaşık altı yıldır nahak yere demir parmaklıklar arkasında esir tutulan Osman Kavala’nın serbest bırakılmasını sağlayıp sağlamayacağını bilmiyoruz. Ama eğer hükûmet bu konuda gerekeni yapmayıp ta Türkiye’nin alnına kesin bir ‘’ağır ve sistematik insan hakları ihlâlcisi’’ damgasının vurulmasına neden olursa, bunun Türkiye’nin medenî dünyada zaten fazlasıyla bozulmuş olan itibarını tamamen dibe vurduracağına kuşku yoktur. Hükûmetin Türkiye’yi malum otoriter rejimlerin dünyasına daha da yaklaştıracak olan böyle bir yola girmesi durumunda, toplumumuzun geleceğe dönük olarak özgür, demokratik ve müreffeh bir gelecek şansı da elbette büyük bir darbe almış olacaktır.
Bu yazıda AKP iktidarının zaten zayıf olan hukuk ve adalet karnesini düzeltmeye maalesef pek niyeti olmadığını gösteren iki olaya daha işaret etmek istiyorum. İlki, Tayyip Erdoğan’ın üçüncü defa cumhurbaşkanlığına aday olmasına Anayasaya aykırılık gerekçesiyle Yüksek Seçim Kurulu nezdinde bir yurttaş sıfatıyla itiraz etmiş olan yargıç Ahmet Çakmak hakkında Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun soruşturma başlatmış olmasıdır. Burada iki ayrı tuhaflık var. Birincisi, adı geçen yargıcın Erdoğan’ın üçüncü defa bu makama aday olmasının Anayasaya aykırı olduğu iddiasının iktidar yanlısı olmayan hemen hemen bütün Anayasa hukukçuları tarafından paylaşılan bir görüş olduğu gerçeğidir. Bu, Erdoğan’ın yeniden aday olabilmesi konusunun, en azından, hukuken tartışılabilir nitelikte bir sorun olduğu anlamına gelmektedir.
Bu olaydaki ikinci tuhaflık, cumhurbaşkanı seçimine ilişkin bir konuda -milletvekili seçimi konusunda olduğu gibi- her yurttaşın YSK’ya itiraz etmeye yasal olarak hakkı varken, bu hakkını kullandığı için bir yurttaş hakkında idarî soruşturma açılmış olmasıdır. Oysa, itirazın gerekçesi yanlış olsa bile yurttaşların bu hakkı ne yok olur, ne de yasal bir hak arama yolunu kullandığı için yurttaş suç işlemiş olur. Bu gerçeğe rağmen yargıç Çakmak hakkında soruşturma başlattığına göre, HSK hukukla ilgili olmayan başka bir saikle hareket etmiş olmalıdır.
Sanırım bu saikin ne olabileceğine ilişkin ipucunu, bir yandaş gazetenin söz konusu itirazı yapan yargıcı ‘’hadsiz’’ olarak nitelemiş olmasında bulabiliriz. Hukuken meşru bir hakkını kullanan bir yurttaşın böyle yapmakla ‘’haddini aştığı’’na kanaat getiren bir aklın referansı hukuktan başka bir şey olmalıdır. Bu referans otoriter rejimlere özgü bir anlayış veya zihniyettir, devlet ile yurttaşlar arasında hiyerarşi olduğunu varsayan bir zihniyet yani. HSK’nın görevdeki bir cumhurbaşkanının yeniden adaylığına itiraz etmeyi bir yargıca yakıştıramamış olması, esas olarak bu zihniyetten kaynaklanıyor olsa gerektir. HSK’nın bu tutumunun arkasında eğer görevdeki bir yargıcın cumhurbaşkanının adaylığına itiraz etmesinin uygunsuz olduğu düşüncesi varsa sonuç yine de değişmez. Çünkü kamu görevlisi olması hak öznesi bir kişinin birey veya yurttaş olarak sahip olduğu hukukî hakkını yitirmesine neden olamaz.
Son olarak, gazeteci Çiğdem Toker’in seçim akşamı Fox TV’de, ‘’Demokrasi sandıktan ibaret değildir. Demokratik protestoları kriminaliz etmememiz lâzım’’ seklindeki sözlerinin Radyo Televizyon Üst Kurulu’nu harekete geçirmiş olması [söz konusu TV ve gazeteci hakkında yapılacak işlemi (!) belirlemek üzere yayının tamamının incelemeye alınması] da, hem yanlış bir demokrasi anlayışının ürünüdür, hem de Gezi protestolarını darbe teşebbüsü olarak gören aynı zihniyetin bir benzeridir.
Oysa gazeteci doğru söylemiş: Gerçekten de ‘’demokrasi sandıktan ibaret değildir’’ önermesi asgarî bir demokratik kültüre sahip olan herkesin bildiği bir şeydir. Bunun gibi, iktidar sahiplerini eleştirmek ve barışçı bir şekilde protesto etmek te temel bir (liberal) insan hakkı ve (demokratik) bir yurttaş hakkıdır. (Diyalog, 18 Haziran 2023)