Yıllar önce Yeni Yüzyıl gazetesinde (1994) yayımlanan ilk yazımın başlığı şöyleydi: “Egemenlik: Çağdışı Bir Kavram”. Zamanla hukuk ve siyaset teorisi okumalarım devam edip te bu meselelere vukufum arttıkça egemenlik konusundaki düşüncem sarsılmak şöyle dursun, daha da güçlendi: “Egemenlik” kesinlikle bu çağın kavramı değil!
Birçok kişinin aklına hemen “küreselleşme”nin sonuçlarıyla ilgili bir olguya işaret etmek istediğim gelecek, ama benim kastım o değil. Evet, küreselleşen dünyada eski egemenlik anlayışının gitgide temelsiz hale geldiği doğrudur ve bu özünde iyi bir gelişmedir. Ama benim anlatmak istediğim, konjonktürel bir durumla ilgili değil. Ben “egemenlik” kavramının kendisinin baştan beri “insanlık durumu”na uygun olmadığını, açıkçası onun bir tür politik sapkınlık olduğunu düşünüyorum.
Tipik örneğini 16. ve 17. yüzyıllarda Bodin ve Hobbes’un teorilerinde bulan bu nevzuhur kavramın arkasındaki ana saik, modern devleti monarkın kişiliğinden ayrı, başlıbaşına bir hukukî kimlik olarak temellendirme arayışı idi. Artık monark değil, egemen devlet vardı ve egemenlik de bölünmezdi. Böylece, monarklar ve onların hizmetkârları kendi yönetimlerini soyut devlete atfetmek suretiyle fiilî egemen konumlarını gözlerden saklayabileceklerdi. Ayrıca, hükmetmenin “hikmet”ini de artık monarkın kişiliği veya kişisel yetenekleri gibi “pre-modern” bir unsurda değil de, egemen devlet olarak var olmanın mahiyeti gibi “modern” ve “objektif” bir ilkede aramak gerekecekti.
Böyle bakıldığında, aslında egemenlik doktrininin iktidarın kaynağına ilişkin dinsel teolojinin yerini almış olduğunu görmek kolaylaşır. Başka bir ifadeyle, egemenlik doktrini devletin kendisine tanrısallık benzeri bir dayanak sağlamış, açıkçası devlet görünüşte lâik bir şekilde kutsallaştırılmıştır. Bunun pratik sonucu, devlete muhalefetin bir tür zındıklık veya küfür olarak görülmesi ve şiddetle bastırılmasıdır. Eskiden “tebaa” krala meydan okuyamazdı, modern zamanların “vatandaşlar”ı ise kutsal devlete…
Başka bir açıdan, egemenlik, devlet adına yönetenlerin yönettikleri halk üstündeki otoritelerine ortak tanımadıklarının sembolik bir ifadesidir. Yeryüzü “egemen devletler” arasında paylaşılmıştır ve her egemen (zorba) diğer egemenin (zorbanın) kendi tebaası üstündeki tahakkümüne saygı gösterecektir. Yani, egemenlik dışa dönük göründüğü durumda bile aslında devletin kendi vatandaşlarına yöneliktir, onlar üzerindeki otoritesinin tartışılmazlığını ve kahreden gücünü ifade etmektedir. “Ben egemen devletim” demek, “Bu tebaa üzerinde sadece ben hükümran olabilirim” demektir.
Gerçek şu ki, egemenliği devletten “millet”e veren demokrasiler, “tebaa”nın hukukuna saygıyı bir ölçüde artırmış olsalar da, aslında egemenliğin temsil ettiği iktidar ilişkilerini maalesef çok fazla değiştirememişlerdir. Esasen, egemenlik kavramı korunduğu sürece böyle bir dönüşüm mümkün de değildir: “Özgür halkın yönetimi” egemenlikle bağdaşmıyor.
Kendi kendini yönetmek, eğer terimi ciddiye alacaksak, yöneten öznenin doğrudan doğruya ve münhasıran halkın kendisi olmasını gerektirir. Halkın özgürlüğünün garanti altında olduğu sahici bir demokraside hiçbir soyut özne, -ne egemen devlet ne de egemen “millet”- halkın kendi kendisini yönetmesine musallat olamaz.
Aslında “23 Nisan”ın original anlamı da aşağı yukarı böyle bir şeydi.
(Star, 24 Nisan 2008)