‘’Demokratik Uluslar Ne Tür Bir Despotizmden Korkmalıdırlar’’. Bu, Alexis de Tocqueville’in ünlü AMERİKA’DA DEMORASİ adlı kitabının 2. Cildinde yer alan bir bölüm başlığıdır Democracy in America, II, 1961, 378-84). Düşünürün kendisi bu soruya, kısaca, ‘’demokratik despotizm’’ veya ‘’yumuşak despotizm’’ olarak cevap vermiştir.
Yani Tocqueville, demokrasi hakkındaki yaygın görüşe de uygun olarak, bildik kaba despotizmin demokrasiler için gerçek bir tehlike oluşturmadığı kanaatindedir. Sanırım, demokratik bir rejim ‘’liberal’’ ayağını titizlikle muhafaza ettiği sürece, bu yargının esas olarak doğru olduğundan kuşku duymamız için bir neden yoktur. ‘’Esas olarak’’ diyoruz, çünkü demokratik biçimlerin kötü amaçla kullanılması ihtimalini bir yana bırakırsak, demokratik yönetimler de zaman zaman şiddete ve gaddarlığa başvurabilirler, ancak Tocqueville’in de belirttiği gibi, bu krizler ender olur ve kısa sürer.
Fakat Tocqueville bize demokrasilerde ortaya çıkabilecek daha sinsi bir tehlikeden haber vermektedir: yumuşak despotizm. Bu sinsi bir tehlikedir, çünkü ‘‘yaygın ve yumuşak’’tır; yani toplumun genelini etkilediği halde kolayca fark edilemez ve kendisini kaba şiddet biçiminde göstermez. Yumuşak veya demokratik despotizm bireysel inisiyatifi zayıflatır, kişileri adeta kötürümleştirir. O insanları yok etmez ama onları ‘’hükümetin çobanlığı altındaki ürkek ve çalışkan bir hayvanlar sürüsü’’ne dönüştürmek suretiyle bir toplum veya halk olarak var olmalarını önler
Modern demokrasilerde bunu mümkün kılan, insanların üstünde, onların hazlarını temin etmeyi ve onların kaderlerini gözetmeyi üstlenen devasa bir vesayetçi iktidarın varlığıdır. Bu merkeziyetçi iktidar mutlak, titiz, düzenli, tedarikçi ve yumuşaktır; onların mutluluğu için çalışır; onların güvenliğini sağlar, ihtiyaçlarını görür, hazlarını kolaylaştırır, temel ilgilerini yönlendirir.’’ Bu iktidar vesayetçidir; ‘’çocuklarını erkekliğe hazırlamak isteyen ana-baba otoritesine benzer ama onun aksine onların devamlı çocuklukta kalmaları için çalışır.’’ Bundan başka bir şey düşünmemeleri şartıyla, insanların hayatın tadını çıkarmalarından gayet hoşnuttur.
Şu var ki, bu tür bir vesayet veya ‘’nazik kölelik’’ kitleler tarafından pekalâ özgürlükmüş gibi algılanabilir ve halk egemenliğinin gereği olarak görülebilir. Çünkü, demokrasilerde herkes kendi zincirlerini tutanın bir kişi veya grup değil de halk veya millet olduğunu düşünür. Onlar koruyucularını kendilerinin seçtikleri düşüncesiyle kendilerini avutabilirler. İdarî despotizmle halk egemenliği arasındaki bu tür bir uzlaşmadan çoğu insan gayet hoşnuttur; çünkü özgürlüklerini ‘’milletin iktidarına’’ teslim ettiklerinde onu garanti ettiklerini düşünürler.
İlginç olan nokta şu ki, Tocqueville bu tehlikenin demokrasinin getirdiği eşitliğin ((‘’durumların eşitliği’’nin) ve bir tür bireyciliğin -veya daha doğrusu, bireyselleşmenin- ürünü olduğunu ileri sürmektedir. ‘’Eşitlik’’ten kast ettiği de toplum içindeki mülkiyet ve statü farklılıklarını ortadan kalkması, yani herkesin ‘’eşit ve birbirine benzer’’ olduğu genel bir düzleşmişlik ve bireyselleşmişlik halidir: ‘’Hayatlarını dolduran küçük ve önemsiz hazlarını tatmin etmek için aralıksız çabalayan, hepsi eşit ve birbirine benzeyen sonsuz sayıda insan. Her biri geri kalanların kaderine ilgisiz, hayatları çocukları ve özel arkadaşlarından ibaret, birbirlerinden yalıtılmış, ayrı insanlar.
Ne var ki, Tocqueville bu tür bireylerden meydana gelen bir toplumun idarî-bürokratik devletin baskısına karşı koyacak ne iradesi, ne de –ihtiyaç ve istekleri devletçe karşılandığı sürece- bunu istemek için nedeni olduğunu düşünür. Öte yandan, toplumsal tabakalaşmanın yokluğu anlamında ‘’durumların eşitliği’’ de herkesin eşit fırsatları için bir zemin oluşturduğu kadar, gerektiğinde merkezî devlet iktidarını frenleyecek ara kurumlar ve güçlü grupların yokluğu anlamına gelir. Jacob Levy’nin dediği gibi, ‘’devletten başka herhangi bir otoriteyle karşılaşmayan düzleştirilmiş bir toplumdaki kişiler her devlet görevlisine boyun eğme alışkanlığı geliştireceklerdir.’’ (Rationalism, Pluralism and Freedom, 2015, s. 231)
Bu aynı zamanda özgürlük için şart olan, devlet iktidarını dengeleyip denetleyecek güçlü bir sivil toplumun yokluğu demektir. Tocqueville Amerikan demokrasisinin önde gelen başarılarından birini tam da bu noktada görmektedir. Ona göre, Amerikayı demokratik-bürokratik devletin ‘’yumuşak despotizmi’’nden kurtaran, orada hem özerk yerel yönetimlerin ve devlet ile bireyler arasında yer alan güçlü ara kurumların varlığı, hem de bununla bağlantılı olarak Amerikan toplumunun ortak sivik amaçlar için bir araya gelme, örgütlenme, birlikte iş yapma becerisinin (art of association) güçlü olmasıdır.
Özetle, Tocqueville’nin demokratik veya yumuşak despotizm fikri bireycilik, işbirliğinin yokluğu ve sivil organizasyonsuzlukla malul, aşırı zayıf ve gelişmemiş bir sivil toplum varsayımına dayanıyordu. Devlet özel bireylerin işbirliği yoluyla kendileri için yapmaya ve hatta tasavvur etmeye güçlerinin yetmediği şeyleri yapmaya giriştikçe demokratik despotizm ortaya çıkacaktı (Daniel Choi, ‘’Unprophethic Tocqueville’’, The Independent Review, XII/2, 2007, 174).
Bana sorarsanız, Tocqueville demokrasinin bünyevî –dolayısıyla, kalıcı- bir niteliği olarak ‘’yumuşak despotizm’’ tehlikesine karşı neredeyse iki asır öncesinden bizi uyarmakla iyi etmiş.
(Diyalog, 14 Haziran 2020, revised)