Günümüzün önde gelen özgürlükçü düşünürlerinden Chandran Kukathas ‘’Liberal Takımadaları’’ (The Liberal Archipelago, 2003) adlı baş eserinde ve başka bazı yazılarında, ısrarla, siyaset felsefesinin ele alması gereken asıl sorununun ‘’adalet’’ değil ‘’barış’’ olduğunu savunmaktadır. Bu, 1992’de yayımlanan çığır-açıcı denemesinden (‘’Are there any cultural rights?’’) itibaren, onun etnik-kültürel ve dinî bakımlardan heterojen toplumlarda farklı grup veya toplulukların nasıl bir arada tutulacağı meselesini ana ilgisi haline getirmiş olmasıyla ilişkili görünmektedir. Kukathas’a göre, çoğulcu toplumlarda sosyo-politik kurumların ilk erdemi veya meziyeti –Rawls’un savunduğu gibi ‘’adalet’’ değil- her tür grup veya topluluk tarafından en kolay benimsenebilecek evrensel standart olan barıştır (‘’Moral Universalism and Cultural Difference’’, 2008). Yazar aynı nedenle, uluslararası alanda da adalet arayışının yerini barışı garanti edecek kurumsal yapıların tesisine bırakması gerektiğini savunmuştur (‘’The Mirage of Global Justice’’, 2006).
Barış, bilindiği gibi, liberal öğretinin –özgürlük ve adaletle birlikte- üç temel idealinden biridir. Ancak, birinin konjonktürel olarak diğerlerinin önüne geçmesi ihtimali bir yana bırakılırsa, bu değer veya idealler arasında, kesin bir öncelik sıralaması yapmak kolay olmadığı gibi, buna gerek de yoktur. Esasen, liberal ‘’iyi toplum’’ tasavvuru bunların üçünün bir arada var olmasını gerektirir. Öte yandan, liberal tasavvur açısından, bu ideallerin üçü de ‘’negatif’’ olarak kavrandıkları için, normal olarak bunların arasında bir gerilimin ortaya çıkması da sözkonusu olmamak gerekir.
Öyleyse, adaletin toplumsal kurumların ilk erdemi olduğunu söyleyen John Rawls’a karşı, Kukathas’ın barışı öne çıkarması dayanaksız mıdır?… Kanaatimce hayır. Nedenine gelince: Barışın esas olarak ‘’negatif’’ bir ideal olmasına karşılık, Rawls’un ‘’yeniden-dağıtımcı’’ adaleti pozitif bir idealdir. Kavramsal olarak, negatif bir değer veya idealin temininin pozitif bir idealin gerçekleştirmesinden daha kolay olduğu ise açıktır. Negatif bir ideal olarak barışın temini için, esas olarak, kişiler ve gruplar arasında şiddete dayalı çatışmanın engellenmesi yeterlidir. Böylece, çoğulcu toplumlar sözkonusu olduğunda barışı sağlamak farklılıkları bir arada yaşatmak anlamına gelmektedir ki bu da şiddetin önlenmesiyle birlikte hoşgörü ilkesinin hâkim kılınmasını gerektirir.
Oysa, yeniden-dağıtıcı adalet, duruma göre kişi, grup veya toplumların adaletin gereği olarak hak ettikleri ‘’pay’’ın ne olduğunun belirlenmesini gerektirir. Bu belirlemeyi ise sadece ‘’dağıtıcı’’ otorite ile dağıtımdan yararlanacak olanlar yapamazlar, dağıtımın bedelini ödeyenlerin de buna onay vermeleri gerekir. Ne var ki, sadece dağıtımdan yararlananlar ile bundan zararlı çıkanlar arasında değil, dağıtımdan yararlananların kendi aralarında da ‘’adil pay’’ın neye göre belirleneceği üstünde mutabakat sağlamak imkânsız gibidir. Bunun nedeni sadece tarafların çıkarlarının farklı olması değildir, çoğulculuk ve çeşitlilik de anlaşmazlığa yol açabilir. Daha açık bir deyişle, çıkar çatışması söz konusu olmasa bile, dünya görüşü, kültür ve hayat tarzı farklılığı da tarafların ortak bir adalet anlayışında birleşmesini zorlaştırabilir.
Buna karşılık, negatif adalet esas olarak usulî adalet anlayışına, yani âdil kurallara ve usulî hakkaniyete dayanır. Bu anlayış ayrıca ihlâl edilen ‘’hakların iadesi’’ni (düzeltici adaleti) öngörürken, kendi kusuru olmaksızın dara düşenlerin (hayatlarını idame ettiremeyecek olanların) desteklenmesi dışında, yeniden dağıtımı reddeder. Nihayet, klasik-liberal öğreti ‘’özgürlük ve dokunulmazlık’’ hakları anlamında insan hakları ile siyasî katılma haklarının herkes için garanti edilmesini de adaletin bir gereği sayar. Bunun nedeni, başka konulardan farklı olarak, bu haklar söz konusu olduğunda toplumda yaygın bir mutabakat sağlamanın mümkün olduğu gerçeğidir. Çünkü, özgürlük ve dokunulmazlık haklarıyla siyasî hakların güvenceye alınması maddî olmaktan ziyade usulî bir meseledir.
Yine bu anlayış, Lon Fuller’ın vurguladığı gibi, hukukun devletin tek taraflı, keyfî bir dayatması değil de, yurttaşlarla devlet arasındaki bir karşılıklılık ilişkisinin ürünü olmasını şart koşar. Bu da, yurttaşların hukuka uymalarını bekleyebilmesi için, devletin kural koyarken ‘’hukukun içsel ahlâkı’’na uymasını gerektirir. Böylece, devlet hukuk yaratırken kişilere sorumlu ahlâkî failler olarak muamele etmiş, onların onuruna saygı göstermiş olur.
Kısaca, ‘’özgürlük, barış ve adalet’’ üçlüsü sahici bir ‘’iyi toplum’’un kurucu değerleridir. İyi toplum, Hayek’in formüle ettiği şekliyle, ‘’tesadüfî olarak seçilen herhangi bir kişinin şansının en yüksek olduğu toplum’’dur. Aslına bakılırsa, bu, Rawls’un ‘’en kötü durumda olanları en fazla yararlandıracak olan toplum’’ idealinin de zorunlu temelidir.
(Diyalog, 31 Mayıs 2020)