Yıllar önce, sanırım 1984 veya 1985 olmalı, ‘Aklın Yolu Bir Değildir’ diye bir yazı yazmıştım. Monist (tekçi) toplumsal-siyasal tasavvuru eleştirdiğim o yazı aslında benim için çoğulculuğa bir girişti. Birkaç yıl sonra Isaiah Berlin okumaya başladığımda, onda benim sezgisel olarak ulaştığım bu görüşün doğrulamasını bulduğum için sevinmiştim. Isaiah Berlin fikirler tarihiyle ilgili eserlerinde, ısrarla, ‘doğru’nun -dolayısıyla ‘insanî iyi’nin- niteliği hakkında kadim Greklerden buyana Batı felsefe geleneğine hâkim olan yaklaşımın ‘monist’ karakterli olduğunu eleştirel bir tonla yazagelmiştir.

Tekçi tasavvur aslında akılcı düşüncenin toplumsal-siyasal teorideki zirve noktasını temsil etmektedir. Akılcılık aklın bizi herkes için geçerli olan objektif hakikate ulaştırabileceğini kabul eder. Akılcı dünya görüşü evrenin ve insanın ‘hakikati’nin salt akıl yoluyla bilinebileceğini, dolayısıyla herkese en uygun olan tek bir doğru hayat tarzının da akıl yoluyla keşfedebileceğini söyler. ‘Akıl Çağı’ndaki Aydınlanmacıların bu konuda büyük ve aşırı umutları vardı: Aklın ve deneysel yöntemin rehberliğinde dünyanın ve insanlık durumunun bütüncü bir bilgisine ulaşılabileceğini sanıyor ve umuyorlardı. Nitekim, farklı alanlara ilişkin bütün hakikatlerin birbiriyle uyumlu, evrensel bir bütün teşkil ettiği inancı, Ansiklopedistleri, “aydınlanmış düşüncenin bir antolojisi” olarak düşündükleri Ansiklopedi’yi hazırlamaya götürmüştü.

Isaiah Berlin, haklı olarak, tekçi düşüncenin içerdiği totaliter potansiyele ısrarla dikkat çekmiştir. Onun içindir ki, Berlin özgür bir siyasî düzenin ancak çoğulcu bir anlayışa dayanabileceğini savunur. O bu anlayışa ‘değer çoğulculuğu’ diyor. Bu görüşün de özü şudur: İnsanların hayatta izleyebilecekleri amaç ve değerler çoktur ve çeşitlidir. İnsan hayatında birçok değerler veya iyi şeyler vardır ve bunlardan hangi birinin veya hangi kombinasyonunun en iyi olduğu sonucuna varmanın da hiçbir akılcı temeli yoktur. Berlin’e göre, bizim aklımız “En iyi hayat tarzı hangisidir?” sorusuna, üzerinde mutabık kalınmış tek bir doğru cevap veremez. Her birimizin kendimizce değerli veya anlamlı bulduğumuz çok sayıda hayat tarzı vardır ama ne var ki bunlar çoğu zaman birbiriyle çatışırlar ve bu çatışmayı çözmek de her zaman mümkün değildir. Bu tür bir çatışma durumunda elbette kendi adınıza bir karar verebilir, bir tercih yapabilirsiniz. Ama yaptığınız her tercihin bir maliyeti vardır.

Ayrıca, sizin kararınızın aynı fikirde olmayan başkaları için de bağlayıcı olmasını buyuramazsınız. Başkalarına hayatlarını sizin uygun gördüğünüz gibi yaşamayı buyurmak despotizmdir. Başka bir anlatımla, bir despot olmaktan kaçınmak istiyorsanız, başkalarına iyi hayata ilişkin kendi kararlarını alma özgürlüğünü tanımak zorundasınızdır. Kısaca bu demektir ki, akıl herkes için geçerli ‘en iyi’ hayat tarzını keşfedemeyeceği veya izlemeye değer pek çok insanî amaç olduğu için, herkesin tercihlerini özgürce yapabileceği bir siyasi düzene ihtiyaç var.

Aslına bakılırsa, her ne kadar derli-toplu bir şekilde ilk defa onun tarafından argümante edilmişse de, çoğulcu görüş Isaiah Berlin’e özgü olmayıp, öteden beri klasik liberalizmin tanımlayıcı bir özelliğidir. Gerald Gaus’un dediği gibi, “insanların izledikleri/izleyebilecekleri değerler hakkında çoğulcu bir teori” klasik liberal doktrinin dayandığı temellerdendir. Nitekim, her zaman aynı terimlerle ifade edilmiş olmasa da, ahlâkî çoğulculuk düşüncesi bu gelenek içinde yer alan Hayek gibi başka düşünürler tarafından da dile getirilmiştir. Bu düşüncenin arkasında yatan ise klasik liberalizmin aklın sınırlılığına ilişkin epistemolojik öncülüdür. Yoksa, bazılarının sandığı gibi ahlâkî çoğulculuk ne zorunlu olarak ‘izafiyetçi’dir ne de post-modernizmin bir ürünüdür.

Bu arada belirtmek gerekir ki, başlangıcında Aydınlanma düşüncesinden etkilenmiş bir siyasî doktrin olarak liberalizm elbette akıl karşıtı değildir. Ne var ki, akıl karşıtı olmamak akılcı olmayı zorunlu kılmaz. Klasik liberalizmin bu konudaki tutumu, en doğru olarak, “insan aklının gücü konusunda ihtiyatlı olmak” şeklinde özetlenebilir. Örneğin, bu gelenek içinde aklın kılavuzluğuna daha fazla önem veren von Mises bile bir keresinde şöyle yazmıştı: “Bizim (insanoğlunun-M.E.) kavrayış yeteneklerimiz sınırlıdır. Evrenin nihaî ve en derin sırlarını keşfetmeyi hiçbir zaman umamayız.” Öte yandan, aklın gücüne karşı kuşkuculuğu çok daha belirgin olan Hayek’in sosyal teorisinin odağında ise “kurucu akılcılık” eleştirisi yatmaktadır. Bütün bu liberal düşünürlerin akla aşırı güven ile totaliterizm arasında birebir ilişki kurdukları da ayrıca kayda değer.

İlginçtir, muhafazakârlar da akıl karşısında kuşkucudurlar ama çoğulcu dünya görüşünden genellikle hazzetmezler. Bunun bir nedeni, Kukathasçı bir “radikal hoşgörü”nün muhafazakârlığın doğasına aykırı olmasıdır. Onun içindir ki muhafazakârlar devlete geleneksel değerleri korumada hatırı sayılır bir rol tanır ve onun çoğulculuğun “istenmedik” tezahürlerine “millî ve manevî değerler” lehine müdahale etmesini gerekli görürler. Muhafazakârlığın çoğulculuğa kuşkuyla yaklaşmasının başka bir nedeni de, özellikle dinî muhafazakârların dünya görüşlerini ilâhî vahiy belirlediği ölçüde onlar, herkes için en iyi veya doğru hayat tarzını belirleyen evrensel bir hakikatin var ve bilinir olduğu kabulünden yola çıkarlar. Başka bir anlatımla, dinî idealin etkisi altındaki muhafazakârlar her ne kadar akılcılığa karşı çıksalar da, buradaki anlamda ‘akılcı’dırlar. ‘İslamcılık’ örneğinde gözlendiği gibi, herkesin belli bir tür hayatı izlemesini gerektiren politik bir projeye dönüşmesi halinde, Tanrı’nın iradesine mutlak itaati buyuran dinî idealle çoğulculuğun bağdaşmasına elbette imkân yoktur.

Elbette, çoğulculuk taraftarı olması kişinin ahlâkî yargı(lama)dan vaz geçmesi demek değildir. Başka bir anlatımla, çoğulculuk “doğru-yanlış”, “iyi-kötü” kategorilerini reddetmek anlamına gelmez. Sadece muhafazakârların değil, liberallerin ve başkalarının da “yanlış” olduğunu düşündükleri davranış veya pratikler vardır. Mesele, “yanlış” olduğunu düşündüğümüz veya ahlâken onaylamadığımız pratikler karşısında nasıl bir tutum takınacağımızdır. Liberalizmin bu konudaki yol gösterici ilkesi “hoşgörü”dür. Hoşgörü, kişinin onaylamadığı davranışa karşı zora başvurmaktan kaçınmayı bir ilke olarak benimsemesi veya daha genel olarak farklılıkları zorla bastırmayı politika haline getirmekten kaçınmak demektir. Yoksa, hoşgörü zorunlu olarak takdir veya onayı içermez. Hoşgörü farklı varoluşların barışçı beraberliğinin asgarî temeli ve garantisidir.

Hoşgörünün bir “ilke” olduğunu söyledim: Hoşgörü onaylamadığımız bir görüş veya pratik karşısında zora başvurmaktan veya bunu önermekten ilkeli olarak kaçınmaktır. Yoksa, Türkiye’de genellikle sanıldığının aksine, hoşgörünün kişiler arasında ahlâkî hiyerarşi kurmakla bir ilgisi yoktur. Bu sadece, ‘hoşgörü’ kelimesinin Türkçedeki yanıltıcı çağrışımından kaynaklanan bir izlenimdir (Gerçi İngilizcedeki ‘toleration’ kelimesinin de başka bir istenmedik çağrışımı vardır: katlanmak, tahammül etmek).

Ama elbette hoşgörü (bile) zoru veya cebri insan hayatından tümüyle tasfiye etmeye maalesef yetmiyor. Nitekim Kukathasçı “radikal hoşgörü”nün bile istisnaları vardır. En başta, devletin varlığı hoşgörünün bir istisnası olarak görülebilir, çünkü devletin kendisi ‘zor’un kurumsallaştırılmasıdır. Benzer bir durum kültürel grupların iç işleyişi bakımından da söz konusudur. Onun için, her iki durumda da hoşgörü ilkesine bağlılık bireylere ‘çıkış’ hakkı tanınmasıyla kayıtlı olmak durumundadır.

sosyalbilimler.org

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir