Cumhurbaşkanı Erdoğan hafta içinde iki ilginç açıklama yaptı: Önce, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Selâhattin Demirtaş’ın derhal serbest bırakılmasını öngören kararı vesilesiyle, ‘’Bu karar bizi bağlamaz’’ dedi. Ardından şu sözleri geldi: ‘’Her şey gibi muhalefetin de yerli ve millisini ülkemize kazandırmak inşallah bize nasip olacaktır.”
Muhtemelen hemen aklınıza şu gelecektir: Muhalefetin nasıl olacağını da iktidar partisinin belirlemeyi aklına getirebildiği bir ülkede AİHM kararlarının bağlayıcı sayılmamasından daha doğal ne olabilir?…
Daha da ilginç olan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eşzamanlı olarak şöyle bir açıklama da yapmış olması: “Yeni yılda, Amerika ve Avrupa’yla yeni bir sayfa açmayı arzu ediyoruz. (…) AB’nin de, Türkiye’yi kendinden uzaklaştıran stratejik körlükten bir an önce kurtulmasını ümit ediyoruz. (…) Hiç kimseye karşı ön yargımız, düşmanlığımız bulunmuyor.”
Burada, 1949 yılında kurulan Avrupa Konseyi’ne hemen katılan, 1954 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni onaylayan, 1987 yılında AİHM’ne kişisel başvuru hakkını ve 1989 yılında Mahkemenin yargı yetkisini tanıyan, 2004 yılında (AKP iktidarında) Anayasasına (m. 90) uluslararası sözleşmelerin ulusal yasalarından üstün olduğu hükmünü ekleyen ve nihayet AİHM kararlarını yeniden yargılama sebebi sayan bir devletin baş icracısının (‘’the chief executive’’ anlamında) ‘’AİHM’nin kararı bizi bağlamaz’’ demesinin hiçbir hukukî dayanağı olmadığını uzun uzadıya açıklamak niyetinde değilim. Esasen bunun böyle olduğunu Erdoğan ve AKP de elbette biliyordur.
Öte yandan, icranın başı olan aynı Cumhurbaşkanının, iktidarlarının ‘’muhalefetin yerli ve millîsini ülkeye kazandırmak’’ niyetini dışa vuran beyanının neden demokratik rejim anlayışıyla bağdaşmadığını da açıklayabilirim, ama bunun beyhude bir çaba olacağını sanırım herkes takdir edecektir. Esasen, şimdiye kadar bu iktidarın demokratik rejim anlayışına taban tabana zıt olan beyan ve uygulamalarının o kadar çok örneğine tanık olduk ki!
Ama itiraf edeyim, bu meselede anlam vermekte en çok zorlandığım nokta, bu iki açıklamayı yapan bir iradenin halâ nasıl Avrupa’yla, daha özel olarak da Avrupa Birliği’yle ilişkileri düzeltmekten söz edebildiğidir. Bunun sıradan bir ikiyüzlülükten, bir ‘’Şark kurnazlığı’’ndan mı ibaret olduğu, yoksa bizim zekâmızla alay etmek amacıyla mı söylendiği konusunda bir karar vermekte gerçekten zorlanıyorum!
Öyle ya da böyle, bu olup bitenler beni hiç şaşırtmıyor. Şaşırtmıyor, çünkü AKP iktidarında iyice belirginleştiği gibi, epeydir medeniyet yolundan sapmış –belki de bu yola sahiden girme iradesini hiç taşımamış- olan bir ülkenin, Türkiye’nin yani, kendi yurttaşları ve uluslararası toplum önünde insan hakları ve demokrasiyle ilgili olarak vermiş olduğu sözlerden cayması niçin beklenmedik bir durum olsun ki?…
Şunu demek istiyorum: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini üreten ve bu arada Sözleşme’nin uygulayıcısı ve güvencesi olarak AİHM’yi kuran Avrupa Konseyi, temsil ettiği değer ve idealler bakımından aslında bir medeniyet projesi olarak görülebilir. Nitekim, AİHS’nin Dibacesinde ifade edildiği şekliyle, Avrupa Konseyi’nin temsil ettiği birlik ‘’özgürlük ve hukukun üstünlüğünü ortak miraslarının bir parçası sayan’’ ülkelerin oluşturduğu, insan hakları ve temel özgürlüklerin korunması için demokratik bir rejimin şart olduğunu ve ‘’dünyada barış ve adaletin’’ tesisinin buna bağlı olduğunu kabul eden bir birliktir.
Bu bağlamda, Türkiye’nin Avrupa Konseyi nezdindeki taahhütlerinden cayması aslında özgürlük, insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi, barış ve adalet ideallerinden cayması demektir ki, bunların medeniliğin ve medeniyetin kurucu unsurları arasında yer alan değerler olduğu şüphesizdir. Böyle bakıldığında, AKP iktidarının medeniyet yolundan sapmış olduğu zaten bellidir de, asıl ve daha önemli olan mesele, cayma iradesinin sadece AKP’den mi kaynaklandığı, yoksa baştan beri ‘’Türkiye Cumhuriyeti’’nin de gerçek iradesini mi yansıttığıdır.
Eğer ikinci ihtimal doğruysa, bu, yukarıda sözünü ettiğim ikiyüzlülük ve Şark kurnazlığının aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin de resmî politikası olduğu anlamına gelir. (Diyalog, 27 Aralık 2020)