Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yirmi yıla yaklaşan iktidarının çok partili sisteme geçildikten buyana tanık olunan en uzun süreli iktidar olduğu malum. Yaşanan bunca badireye ve başta geçim, özgürlük ve hatta güvenlik olmak üzere halkın çoğunluğunun yaşadığı şunca yakıcı sorunlara rağmen bir siyasî partinin bu kadar uzun süre iktidarda kalması elbette şaşırtıcı da.
Peki bu alışıldık olmayan durumu nasıl açıklayabiliriz?…
Çok yaygın bir açıklama tarzı aşağı yukarı şöyle bir şey: AKP iktidarı bir yandan din istismarı yaparak, öbür yandan da taraftarlarına ve malî destekçilerine devlet rantlarını dağıtmak suretiyle uzun süreli iktidarını garanti etti. Bunların yetmediği durumda da son çare olarak seçim hilelerine başvurdu. Seçim hileleri iddiasını bir yana bırakırsak, gerek din istismarı gerekse rant dağıtımı siyasetinin AKP’yi uzun süre iktidarda tutan etkenler arasında olduğu doğrudur. Yani, bu tez açısından AKP uzun iktidarını şöyle veya böyle halk desteğinin devamına borçludur.
AKP iktidarına halk desteğinin bu kadar uzun süre devam etmesinde şu faktörün de etkili olduğunu söyleyebiliriz: Başta lideri olmak üzere AKP’liler Türkiye’deki sıradan insanın hayata bakış, düşünüş ve dolayısıyla söylem tarzını siyasete taşıdılar. Başka bir ifadeyle, Türkiye’nin dindar-muhafazakâr çoğunluğu zihniyet ve dil olarak AKP’de kendilerini gördüler veya buldular. Bunun en belirgin örneği, AKP’lilerin siyaseten sıkıştıkları her defasında Türkiye’nin ‘’kahvehane bilgeliği’’nin komplocu zihniyetine ve diline başvurmalarıdır. Sadece zihniyet meselesi de değil, Türkiye’nin bugünü, geçmişi ve dünya karşısındaki durumu hakkındaki AKP’nin tabanı ile yönetici kadrosunun bilgi referansları ve bilgi birikimi de aşağı yukarı aynıdır.
Yine de, kanaatimce, daha önemli başka bir faktör devreye girmeseydi bütün bunlar AKP’yi 19 yıl iktidarda tutmaya yetmezdi. Bu faktör AKP’nin iktidara geldikten bir süre sonra ‘’fenâ fi’d- devlet’’ olması; yani devletleşmesi, devlette yok olmasıdır. Gerçekten de AKP 2013’ten itibaren Gülen Cemaatiyle bozuştuktan sonra gitgide Devlete yanaşmaya başlamış, bu da zamanla onu ilk olarak Devlet adına –ve aynı zamanda kendi yararına- Cemaatin tasfiyesi görevini üstlenmeye sevk etmiştir. Tabiatıyla, Cemaatin AKP eliyle tasfiye edilmesine Ergenekon-Balyoz davalarının da başarısızlığa uğratılması eşlik etmiştir.
Böylece, devlet içinde güçlü bir ağ oluşturmuş bulunan Cemaatin epey bir süredir izlediği ‘’Devlet’’e karşı (demokratik) siyasal aktörlere (önce Ecevit’in DSP’sine, sonra AKP’ye) yaslanarak ayakta kalma stratejisi işlemez hale gelmiştir. Ancak, öyle görünüyor ki, bu tasfiye AKP’nin kendisi için de bazı istenmedik sonuçlar doğurmuştur. AKP’nin siyaset tarzının bilgi ve uzmanlıktan gitgide uzaklaşarak ‘’elyordamıyla siyaset’’e savrulmasının aşağı yukarı Cemaatin tasfiyesiyle aynı zamana rastlaması bu bakımdan tesadüf olmasa gerektir.
Ne var ki, AKP’nin ‘’Devlet görevleri’’ Cemaatin tasfiyesiyle bitmemiş, aksine zamanla ‘’Devlet projesi’’nin diğer iki önemli ayağını daha üstlenerek devletle tamamen özdeşleşmiştir. ’’Devlet projesi’’ kavramını, eskiden ‘’Devlet politikası’’ adı altında ‘’demokratik siyasal süreç’’ten ayırt ettiğimiz siyasî öncelikler anlamında kullanıyorum. Malum, bu iki ayaktan biri ‘’Kürt yoktur, Türkler ve Türk Devleti vardır’’ politikası, diğeri ise ‘’Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır’’ kadim projesidir. AKP bu yeni kimliği takınmasıyla birlikte önce daha önceden zaten duraksadığı Kürt sorununun barışçı çözümü girişiminden tamamen vaz geçerek 2015’ten itibaren şiddet politikasını başlatmış, bu arada Kürt siyasî hareketinin parlamentoda temsil edilen ayağını demokratik siyasal süreçten tamamen dışlamayı amaçlayan bilinen hamleleri yapmıştır.
Kıbrıs meselesine gelince, AKP Kuzey Kıbrıs’ı Türkiye’nin siyasî uzantısı haline getirme amaçlı Devlet projesini de sahiplenmiştir. Nitekim Erdoğan iktidarı uluslararası hukuk bakımından yok hükmünde olan KKTC’ni kullanarak Doğu Akdeniz’de hegemonik bir pozisyon elde etme hayali kurmakta olan Devlet içindeki kimi (Avrasya’cı) odaklarla işbirliği yaparak Kıbrıs’ta federal çözümü engelleyecek girişimlerde bulunmuş ve emrivakiler yapmıştır.
Sözün özü şu: Devletleşmiş AKP’nin iktidarı devam ettiği sürece hem Türkiye’nin Kürtlerinin, hem de Kuzey Kıbrıs’ın Türklerinin bahtı açılacak gibi görünmüyor. Daha da kötüsü şu ki, muhtemel bir AKP sonrası dönemde, değişen uluslararası konjonktürün ve yurt içi demokratik dinamiklerin zorlaması olmazsa, Devletin bu iki konudaki politikalarını üstlenecek yeni ‘’demokratik’’ taşeronlar bulması hiç de zor olmayacaktır. Vaktiyle, ölmek üzere olan Ecevit’in DSP’sini diriltenin de Devlet olduğunu hatırlamakta yarar var. (Diyalog, 8 Ağustos 2021)