Devleti yönetenlerden açıklama isteyen veya onların yanlış yaptıklarını sırf ima eden yurttaşların hemen gözaltına alınıp haklarında ceza soruşturması başlatıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Özellikle de yürütme yetkisinin tek sahibi olan, dolayısıyla kamu işlerinin tedviriyle ilgili her şeyden birinci derecede sorumlu olan cumhurbaşkanına ‘’gözünün üstünde kaşın var’’ diyen herkesin hapse tıkılması için güvenlik görevlileri ile yargı mensuplarının seferber oldukları bir ülkede…
‘’Bu işte bir yanlışlık olmalı’’ diyorsunuz veya öyle mi hissediyorsunuz? …Eğer öyle düşünüyor veya hissediyorsanız, hemen söyleyeyim, temel bir noktada yanılıyorsunuz. Çünkü halâ sizin aklınızın bir yerinde Türkiye’nin bir demokrasi olduğu düşüncesi saklı.
Yanılıyorsunuz, çünkü vatandaşı olduğunuz devlet demokratik bir devlet değil. Sizin Türkiye’nin carî rejiminin demokrasi olduğunu varsaymanızın nedeni, iktidardaki siyasî kadronun neredeyse yirmi yıldır demokrasinin yöneticilerin yönetilenler tarafından ‘’bir şekilde’’ seçilmesinden ibaret olduğu propagandasını yapıyor olmasıdır. Oysa, demokrasi sadece yönetenlerin yönetilenler tarafından seçildikleri bir rejim değildir, bu sahici bir seçim olsa bile. Demokrasi aynı zamanda yönetenlerin yapıp ettiklerinin hesabını da yönetilenlere/halka verdikleri rejimin adıdır.
Günümüzün önde gelen siyaset teorisyenlerinden Jeremy Waldron bir makalesinde şöyle yazıyor: ”Siyasî görevlilerin otoritelerini kötüye kullandıklarından şüphe etmemiz için bir neden olmasa bile, yine de eğer onlar halkın temsilcileri iseler, yani kendilerinin değil de halkın işlerini görüyorlarsa, o zaman onlar en akıllıca ve en kusursuz davranışlarının bile hesabını (halka) borçludurlar. (Onun için) Halkın (onlardan) bir açıklama istemesi densizlik veya saygısızlık değildir.”
Bu pasajdan ilk önce şunu anlıyoruz: Devleti yönetenler kamu işlerini çekip çevirirken yetkilerini kötüye kullanabilirler. Aslına bakılırsa, en başta Montesquieu’nün ve Lord Acton’ın uyardıkları gibi, iktidar sahipleri her zaman güçlerini kötüye kullanmaya teşnedirler ve eğer anayasa ve hukukla sınırlanmamışlarsa öyle yapacakları kesindir. Ve evet, eğer bir demokrasiden söz ediyorsak, iktidar sahiplerinin bu sapmadan sorumlu olmalarından daha tabiî ne olabilir?…
Fakat bu metindeki daha da önemli olan fikir şudur: Yönetenler yetkilerini kötüye kullanmasalar da icraatları hakkında yurttaşlara hesap vermekle yükümlüdürler. Nedeni çok açık: Çünkü yönetenler kendi işlerini gütmüyor ve işleri yürütürken kendi kişisel yetkilerini kullanmıyorlar. Onların üzerinde tasarrufta bulundukları kendi kişisel varlıkları değildir, yani kendi kaynaklarını kullanmamaktadırlar. Yönetenler aslında yurttaşların (halkın) işlerini, onlara vekâleten ve onların kaynaklarını kullanarak tedvir eden işgüderlerdir. Bu da halka, kendi adına iş görenlere, görünüşte işlerin gidişatında hiçbir aksak-gedik olmasa bile, ‘’işlerin nasıl gittiği’’ni sorma hakkı verir.
Aktardığım pasajda Türkiye için özellikle anlamlı olan bir nokta daha var: Yurttaşların yöneticilerden açıklama istemelerinin saygısızlık ve haddini bilmezlik olarak görülmesi ihtimali. Gerçekten de Türkiye’de devleti yönetenler, genellikle, yurttaşların bırakınız kendilerini eleştirmelerini, kendilerine karşı en ufak bir söz söylemelerini bile ‘’kendini bilmezlik’’ veya ‘’haddini bilmezlik’’ olarak görür ve hiddetlenirler. Onların rüşvet-i kelâm kabilinden ‘’biz halkın hizmetkârıyız’’, ‘’halka hizmet Hakka hizmettir’’ gibi sözler sarf etmelerine bakmayın siz. Bizim muktedirlerimiz gerçekte kendilerini yurttaşların vekilleri ve/veya hizmetkârları olarak değil de onların üstleri, âmirleri olarak görüyorlar.
Aslına bakılırsa, bu bakış Türkiye’nin devlet geleneğiyle ve hâkim devlet telâkkisiyle de gayet uyumludur. Çünkü bu gelenek ve anlayışta devlet-vatandaş ilişkisi hiyerarşik bir ilişki olarak kavranır; tepesinde devletin yer aldığı hiyerarşik bir ilişki. Bir tür tâbi-metbû ilişkisi yani… Bu anlayışın demokratik toplum tasavvuruyla taban tabana zıt olduğunu ise söylemeye bile gerek yok.
Gerçi bu ‘’hesap sorma-hesap verme’’ meselesinde ne kadar iyimser olabiliriz, o da belli değil. Evet, itiraf edelim, aslında bizim toplumumuzun öyle devleti sorgulayacak, muaheze edecek istek ve iradeye sahip olduğu kuşkuludur. Onun içindir ki, Türkiye’de devletlû taifesine karşı söz söyleme cesareti gösterenler daima ihmal edilebilecek cesametteki bir azınlık olmuştur. Öte yandan, Türkiye’de toplumun birincil ‘’velinimeti’’nin devlet olması da halkın yönetenlere hesap sormasını zorlaştıran önemli bir etkendir.
Bu iki hususun birbiriyle ilişkisini de görmemiz gerek: Devletin lütfedeceği ‘’nimet’’e boyun bükmek zorunda kalmayacak kadar iktisadî olarak kendi ayakları üzerinde durabilen bir toplum olmadığımız sürece, devletten hesap sorma işi hep bir cesaret meselesi olarak kalacaktır. (Diyalog, 19 Nisan 2021)