Küreselleşme literatürüne aşina olanlar klasik egemenlik anlayışının gitgide temelsiz hale geldiğini, devletleri içte de dışta da egemen özneler olarak tanımlamaya devam etmenin artık gerçekçi olmadığını bilirler. Küreselleşmenin ulus-devletleri uluslararası alanda olduğu kadar ülke içinde de yegâne özneler olmaktan çıkardığı genellikle kabul edilir.
Ben bu gelişmeden bağımsız olarak, tamamen özgürlük ve hukukun üstünlüğü mülâhazalarıyla, öteden beri egemenlik kavramına, özellikle de onun geleneksel anlaşılışına hep kuşkuyla bakmışımdır. Yirmi küsur yıl önce, 1994 yılında, Yeni Yüzyıl gazetesinde yayımlanan ilk yazımın başlığı bu bakımdan anlamlıydı: “Egemenlik: Çağdışı Bir Kavram”.
O zamandan, hatta daha öncesinden beri Anayasa Hukuku derslerimde klasik egemenlik anlayışının anayasacılıkla ve hukukun üstünlüğüyle bağdaşmadığını ve bu kavramın terk edilmesi gerektiğini anlatırım. Bu ilkeleri ciddiye alan hiçbir kimse “egemenlik”i anahtar bir kavram olarak kullanmaya devam edemez. Bu kavram ayrıca kişinin devletin mahiyetini ve birey-devlet ilişkisini kavrayışını çarpıtır, insanın siyasî düşünme kapasitesini iğfal eder.
Kaldı ki, hukukçuların genellikle sandığının aksine, anayasalarda egemenlik kavramına atıf yapmak teknik-hukukî bir zorunluluk da değildir. Demokratik anayasacılığın bugün geldiği aşamada “egemenlik” kavramına hiç yer vermeden doğru-dürüst bir anayasa yapmak pekalâ mümkündür. Dahası, eğer kurmak istediğiniz anayasal-demokratik bir devlet veya “demokratik hukuk devleti” ise egemenlik kavramından özellikle kaçınmanız gerekir.
Şimdi, bunları niçin yazıyorum?… Yazıyorum, çünkü bunların ve aşağıda belirteceğim diğer noktaların tekrar vurgulanmasını acil bir ihtiyaç haline getiren bir gelişme oldu. Taha Akyol’un 28 Mart tarihli Hürriyet gazetesinde yayımlanan yazısından öğrendiğimize göre, iktidar partisi bir anayasa taslağı hazırlıyormuş ve bu taslakta egemenlikle ilgili olarak şöyle bir hüküm öneriliyormuş:
“Türk milleti egemenliğini seçtiği temsilcileri aracılığıyla ve halkoylaması yoluyla kullanır.”
Bu öneri şu anlamlara geliyor: (1) AKP anayasa yapımında egemenliğe atıf yapmayı halâ gerekli görmektedir. (2) Referandum yoluyla doğrudan doğruya “Türk milleti” tarafından kullanıldığı durumlar haricinde, egemenlik sadece “milletin seçtiği temsilciler” marifetiyle, yani sadece yasama organı tarafından kullanılacaktır.
Hemen anlaşılabileceği gibi, her şeyden önce, AKP önderliği egemenlik kavramının evrensel düzeyde (hem demokrasi teorisinde hem de anayasa yapımında) işlevsel olmaktan çıkmış olduğu gerçeğinden pek etkilenmemiştir. AKP’liler muhtemelen bu gelişmenin farkında bile değildirler. Oysa, son zamanların anayasa yapımı pratiğinde egemenlik pek revaçta olan bir kavram olarak görünmüyor.
İkinci olarak, iktidar partisi, millet egemenliğini “anayasal organlar” arasında paylaştıran 1961 ve 1982 Anayasalarının yolundan gitmek yerine, 1924 Anayasasına geri dönmeyi tercih etmektedir. Hatırlanacağı gibi, Cumhuriyet’in bu ilk anayasası da (4. maddesinde) “Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegâne ve hakikî mümessili olup Millet namına hakkı hâkimiyeti istimal eder” hükmüne yer vermişti. AKP’nin de bu yönde bir tercihte bulunmasının pratik anlamı, Taha Akyol’un da dikkat çektiği gibi, yasama üstünlüğüne dayalı bir kuvvetler birliği rejiminden yana olmaktır.
Bu tercihi yapan siyasî ekibin başından beri çoğunlukçu bir demokrasi anlayışına bağlı olduğunu hatırlarsak, bu hükümde yansıyan gerçek rejim tercihi şöyle bir olmaktadır: Seçimle geldiği sürece, çoğunluk yönetimi sınırlanamaz, çünkü çoğunluk “millî irade”yi temsil eder. Çoğunluk yönetimini sınırlamaya dönük her ilke, girişim ve kurumsal mekanizma milletin iradesine, dolayısıyla “demokrasi”ye ters düşer. Daha açık söyleyelim: Bu anlayış ne kuvvetler ayrılığıyla ne de hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığıyla bağdaşır. Dikkat edilirse, bu sahte demokrasi anlayışı zaten 2011 yılından itibaren Türkiye’de uygulanmaktadır.
İşte benim AKP’lileri baştan beri uyarmaya çalıştığım sapmalardan biri de budur. “Meclis’ten başka egemenliği kullanan organ yoktur, olamaz” şeklindeki bu anlayış 1924 Anayasasının yürürlükte olduğu her iki dönemde de (hem tek-parti döneminde, hem de DP’nin iktidarda olduğu çok-partili dönemde) uygulanmış ve maalesef özgürlük karşıtı sonuçlar vermiştir. Görülüyor ki, anayasal-demokratik teori ve uygulamanın evrensel standartlarını görmezlikten gelmesi bir yana, AKP Türkiye’nin yaşadığı bu kötü tecrübeden de ders almamıştır.
Üçüncü olarak şuna dikkat çekmek istiyorum: Halkoylaması prensip olarak bir “doğrudan demokrasi” aracı olmakla beraber, o her zaman masum değildir. Halk oylamasının demokratik bir araç olarak işlev görüp görmemesi hangi şartlarda gerçekleştiğine bağlıdır. Bu şartlar halk oylamalarını adım adım baskıcı bir rejime, özellikle de kişisel diktatörlüğe götüren araçlara dönüştürebilir. Plebisitçi otoriter rejimler genellikle böyle kurulur.
Bununla bağlantılı olarak, önerilen şekliyle söz konusu hüküm daha başka bir sakıncayı daha ortaya çıkarma riski taşımaktadır: Her ne kadar egemenliğin temsilcisi sadece yasama meclisi olarak öngörülüyorsa da, carî rejimin halihazırdaki yönelimi dikkate alındığında, halkoylaması genel oyla seçilen cumhurbaşkanının adım adım egemenliği Meclisten kendi uhdesine geçirmek için kullandığı bir araca dönüşebilir. Başka bir anlatımla, yürürlükteki Anayasanın devredilmesini yasakladığı yasama yetkisi –ki AKP önerisinin mantığı da bu türden bir hükmü gerektirmektedir- kısmen veya tamamen bir kişiye (Cumhurbaşkanına) devredilebilir.
Ben AKP’lilerin bu hazırlığına, hem yukarıdan beri anlattığım ciddî sakıncaları yüzünden, hem de bu girişimin Türkiye’nin anayasacılık birikimine yapılan bir haksızlık olduğunu düşündüğüm için hayıflanıyorum.
Mustafa Erdoğan, 30 Mart 2016