Önümüzdeki günlerde modern Türkiye’nin tarihindeki iki önemli ama karşıt-anlamlı olay art arda gündeme gelecek: Kimilerimiz 23 Nisanda Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunu (1920) kutlarken, kimilerimiz -ve kimileri- de 24 Nisanda İttihatçı hükümetin büyük Ermeni katliamını başlatmasını (1915) anacak. Malum, 23 Nisanı coşkuyla kutlayanlarımızın ezici çoğunluğu başta Ermeniler olmak üzere dünya halklarının çoğunun ‘’soykırım’’ olarak niteledikleri o büyük faciayı inkâr ediyor.
Ankara’da 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin kurulması yabancı işgaline karşı direnişin bir simgesi olduğu kadar, Türkiye’de bir ‘’ulus-devlet’’ oluşturma sürecinin de kritik adımlarından biridir. Bu süreç Anadolu hareketiyle birlikte başlamamış olmakla beraber, Cumhuriyetin ilk on yıllarında hız ve yoğunluk kazanmıştır. Ulus-devlet kurma sürecini başlatan, siyaseti kontrol edebildiği ve ülkeyi fiilen yönettiği dönemlerdeki İttihat-Terakki ve onu besleyen milliyetçi-Türkçü düşünce ortamı idi. Ancak, İttihatçı söylemde Türklük vurgusu gitgide öne çıkmış olsa da, bu durum 1920 yılına kadar resmi metinlere yansımamıştır.
Nitekim, üzerinde yaşadığımız topraklardan ‘’Türkiye’’ diye bahseden ilk resmî belge Misak-ı Millî, yeni devleti ‘’Türkiye devleti’’ olarak ilk niteleyen resmî belge ise 1921 Anayasasıdır. Aslında bunların her ikisi de esas olarak İttihatçıların eseridir. 1921 Anayasası egemenliğin sahibi olarak ‘’millet’’i göstermekle beraber, yine de bu ulusal kimliği açıkça ‘’Türk’’ olarak belirliyor değildi. Burada ‘’millet’’ten kast edilen ‘’Osmanlı milleti’’, yani Osmanlı devletinin geri kalan Müslüman halkları, daha açık bir deyişle Türkler ve Anadolu’da yaşayan Kürtlerden oluşan Sünnî-Müslüman topluluk idi. İlk yıllarda doğrudan doğruya Türklüğe atıfta bulunulmamış olması, direniş hareketinin toplumsal tabanını mümkün olduğunca geniş tutma stratejisiyle ilgili olsa gerektir.
Daha sonra Cumhuriyet yönetiminin derinleştirerek devam ettireceği İttihatçı milliyetçilik organik ve saf bir ‘’millet’’ anlayışına sahipti. Bu anlayış, kendisini oluşturan gerçek, kanlı-canlı bireylerin irade ve çıkarlarından bağımsız, kolektif bir ahlâkî özne olarak ‘’Türk milleti’’ kurgusuna dayanıyordu. Bu kurgu aynı zamanda etnik-kültürel olarak saf bir kimlik olarak Türklüğe atıfta bulunmaktaydı.
Bu anlayışa sahip bir iradenin hükmü altında bulundurduğu kendi ulusal kimlik tanımına uymayan nüfus unsurları için hiç de hayırhah emeller beslemeyeceğini anlamak zor değildir. Sabrina Ramet’in belirttiği gibi, siyasî olarak kendisini-belirleme hakkının öznesinin ‘’ulus’’ olduğu kabul edilirse, o zaman o siyasî birlik (devlet) içinde yaşama hakkı da sadece o ulustan olanlara ait olacak demektir. Başka bir ifadeyle, o ulus, ‘’kendisinden olmayan’’ azınlıklar olmaksızın, “kendisi olarak” –yani ‘’saf haliyle’’- yaşama hakkına sahip sayılacaktır. Her yerde ‘’etnik temizlik’’i meşrulaştıran milliyetçiliğin işte bu iddiasıdır. Bunun bilincinde olursak, Türkiye’li Ermenilerin 1915 yılında maruz kaldıkları zulmün hiç de şaşırtıcı olmadığını anlarız.
Bu arada, 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasına olduğundan fazla anlam yüklemekten de kaçınmak gerekir. Bu, gerçekleşme şartları ve yetkileri bakımından ‘’olağanüstü’’ bir Meclis olmakla beraber, olayın kendisi ‘’devrimci’’ bir olay değildi. Büyük Millet Meclisi aslında Misakı Millî’yi kabul etmiş olan son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kapatılmasının ortaya çıkardığı boşluğu doldurmak için kurulmuştu ve içtüzüğü, müzakere usulleri ve hatta yasama konuları bakımından da onun bir devamıydı.
Meclisi Mebusan’ın Ankara’ya gelebilen 90 cıvarındaki eski üyeleri yeni Meclisin otomatik üyesi sayıldıkları gibi, Meclis’e yeni seçilenleri de büyük ölçüde İttihatçılardan oluşan Müdafaa-i Hukuk hareketi belirlemişti. Ayrıca, millî mücadele sırasında İstanbul yönetimiyle Ankara hükûmetleri arasında sürekli ve uzlaşmaz bir çatışma olduğu yolundaki yaygın kanaate rağmen, Damat Ferit’in kısa süren başbakanlığı bir yana bırakılırsa, gerçekte İstanbul hükûmetleri ile Anadolu hareketi içice geçmiş durumdaydı.
Nihayet, ‘’millî hâkimiyet’’ kavramının doğum yeri de, genellikle sanıldığının aksine, Büyük Millet Meclisi değildi. Bu terim zaten 2. Meşrutîyetten buyana kullanılıyor ve bununla egemenliğin padişaha değil de millet ait olduğu anlatılmak isteniyordu. Onun için, Mahmut Goloğlu’nun 23 Nisan 1920’de başlayan yeni dönemi “Üçüncü Meşrutîyet” olarak adlandırması pek de yersiz değildir.
Sonuç olarak, 23 Nisan kutlamalarımızın sahici bir anlamı olması için, o büyük travmanın izlerini halâ ruhlarında taşıyan -başta kendi yurttaşımız olanları olmak üzere- Ermenilerin acısını hissetmek için de vicdanlarımızda bir yer açmalıyız. Biz halk olarak bunu başaramadığımız sürece hükümetlerimiz bu konuda hiçbir şey yapamazlar.