İfade özgürlüğü konusunda Türkiye’de tam bir ikiyüzlülük yaşanıyor. Neredeyse herkes ifade özgürlüğünün vazgeçilmez değerde olduğunu ve genel bir temel hak teşkil ettiğini söylüyor veya en azından buna inandığı görüntüsü veriyor. Oysa somut olaylar ve olgular karşısında aldıkları tutumlara baktığınızda, sözde ifade özgürlüğü taraftarlarının büyükçe bir kısmının gerçekte buna inanmadıklarını görüyorsunuz.
Aynı veya benzer nitelikteki ifadeler sözkonusu olduğunda, insanların görüş sahibinin dinî, felsefî, etnik veya kültürel kimliğine yahut hayat tarzına göre farklı tutumlar almakta bir yanlışlık görmemeleri temeldeki bu ikiyüzlülükten ileri gelmektedir.
Aslına bakılırsa, ifade özgürlüğünün temel bir hak olduğuna inanmak, genellikle sanıldığının aksine, hiç de kolay bir şey değildir. Başka bir ifadeyle, insanların çoğunun gerçekte ifade özgürlüğüne inanmamaları bana şaşırtıcı gelmiyor. Çünkü, ifade özgürlüğüne inanmak anlam dünyanızın merkezine kolektiviteleri değil ’’birey olarak insan’’ı koymak demektir. Onun için, ister sağ isterse sol versiyonu olsun, hiçbir komüniteryen görüş gerçekten ifade özgürlüğü taraftarı olamaz.
Bunun neden böyle olduğunu anlamak için, önce, ifade özgürlüğünün genellikle nasıl temellendirildiğine bakmamız gerekir. Malûm, ifade özgürlüğünün en yaygın –ve ‘’saygın’’- meşrulaştırılma şekli demokrasiye atıfla yapılanıdır. Buna göre, ifade özgürlüğü demokrasinin varlık temelidir, ifade özgürlüğü olmadan demokrasi olmaz. Çünkü, bir toplumda kanaat oluşumunun ve kamusal tartışmanın varlığı ancak ifade özgürlüğüyle mümkündür. Düşüncelerin serbestçe dile getirilemediği bir yerde yurttaşların kamusal meseleler hakkında sağlıklı bilgi ve fikir edinmelerine ve neyin kamunun iyiliğine olduğuna karar vermelerine imkân yoktur. Bu bakımdan, bir demokraside hiç bir fikir veya görüşün nihaî karar-verici olan halka ulaşması engellenmemelidir.
İfade özgürlüğünün daha genel bir temellendirilmesi, onun her konuda ‘’hakikat’’in ne olduğunun ortaya çıkmasına yapacağı umulan katkıya dayandırılır. Bu temellendirmede, Namık Kemal’in deyişiyle, ‘’barika-yı hakikatin müsademe-i efkârdan doğacağı’’ varsayılmaktadır. Düşünce ve görüşlerin çarpışması yoluyla hakikatin ortaya çıkacağı beklentisi iki konuda özellikle önemlidir. Bunlardan biri bilimsel araştırma alanıdır. Gerçekten de, yerleşik görüş ve anlayışların yeni fikirlerin meydan okumasına açık olmadığı yerde bilimsel ilerleme mümkün değildir. Bilim tarihinin gösterdiği gibi, bu alandaki ilerlemeler ya genel kanaatleri sarsan, aykırı, hatta ‘’uçuk’’ görüşler sayesinde ya da en azından yerleşik düşüncelere (statükoya) eleştiriler yöneltilmesi yoluyla gerçekleşmiştir.
İfade özgürlüğünün hakikatin ortaya çıkmasına hizmet edeceği umulan diğer alanlar kamu siyaseti ve yargısal adalet alanlarıdır. Özellikle yargısal sürecin karşıt görüş ve tezlerin yarışması esasına göre örgütlendirilmiş olması, başka şeyler yanında, ‘’müsademe-i efkâr’’a imkân veren bu diyalektik sürecin somut hukukî uyuşmazlıkla ilgili hakikatin ortaya çıkmasını kolaylaştıracağı umuduna da dayanır.
Şu var ki, bütün bunları nihayetinde bir tür faydacı argümanlar olarak nitelendirebiliriz: ‘’Demokrasi için, ilerleme için, ortak iyilik için ifade özgürlüğünü korumalıyız.’’
Ancak, burada gözardı edilen çok önemli bir nokta var: Ya, ifade özgürlüğü gerçekte bu toplumsal amaçlara hiç veya yeterince hizmet etmiyorsa… Ya serbest tartışma yoluyla hakikatin ortaya çıkacağı beklentisi gerçekçi değilse… Ya ifade özgürlüğü demokrasiden çok ‘’demokrasi-karşıtı’’ görüşlere yarıyorsa… O zaman ne yapacağız?… İfade özgürlüğünü reddedecek veya en azından onu ‘’temel’’ bir hak olmaktan çıkaracak mıyız?…
Bu çıkmaza saplanmak istemiyorsak, ifade özgürlüğüne faydacı olmayan, tamamen başka bir açıdan bakmalıyız. Bu, ifade özgürlüğünü ‘’kendini-gerçekleştirme’’den ayırmamak, onu kişinin kendini-gerçekleştirmesinin doğal bir uzantısı olarak görmektir. Böyle bakıldığında, ‘’kendini-ifade’’ kişinin benliğinden, onun ‘’kendisi olarak’’ var olmasından ayrılamaz. Kişinin bir görüş veya düşüncesini açıklaması, ona sonradan eklenen dışsal veya arızî bir şey değil, onun kendisini ‘’doğal olarak’’ ifade etmesi, dışa vurmasıdır.
Bundan dolayı, ifadenin meşruluğu haricî bir olgu, değer veya amaca bağlı olmayıp, doğrudan doğruya kendindedir. İfadenin dışsal bir onaya ihtiyacı yoktur. Dış dünyayla ilişkisi sözkonusu olduğunda, ifade için gereken sadece onun başkalarına zarar vermemesidir. ‘’Zarar’’dan kast ettiğim de tabiî ki gerçek bir zarardır; yoksa, ne kadar kalabalık, saygın veya hatta ‘’kutsal’’ olursa olsunlar, saygı gösterilme veya yüceltilme beklentisi içinde olan başkalarının (bir grubun, zümrenin, sınıfın, toplumun, milletin, ümmetin…) hayal kırıklığına uğramaları veya onların inanç ve kanaatlerini sarsılması yahut incinmesi değil.
(Diyalog Gazetesi, 2 Şubat 2020)