Lord Acton’ın (1834-1902) meşhur vecizesini hemen hemen herkes bilir: “İktidarın yozlaştırma eğilimi vardır, mutlak iktidar ise mutlaka yozlaştırır.” Aslına bakılırsa, bu bağlamda “yozlaştırma” kelimesi yetersiz kalmaktadır. İngilizce orijinalinde düşünür “corrupt” fiilini kullanır ki bu aslında “tefessüh ettirme”, “bozma”, “saptırma”, “yoldan çıkarma” gibi anlamlara gelir. Böylece düşünür demiş oluyor ki, iktidar dediğimiz şeyde insanı yoldan çıkarma, saptırma potansiyeli vardır. İktidarın doğası gereği sahip olduğu bu kötücül etki elbette her zaman gerçekleşmeyebilir, ama bu ciddî bir ihtimaldir. Bu nedenle iktidarın yoldan çıkarma ihtimaline karşı tedbir almak, yani onu sınırlamak ve kullanımını kurallara bağlamak zorundayız.
Kurallara bağlamak ve sınırlamak deyince tabiî ki aklımıza hemen anayasa ve hukuk geliyor. Fakat denebilir ki, devleti anayasa ve hukukla sınırlamanın etkili olacağını ummak da fazlasıyla iyimser bir beklentidir. Haklı olarak, devletin doğası gereği kendisini genişletme ve sınır tanımama eğiliminde olduğu ve anayasal-hukukî sınırlamaların bunu önleyemeyeceği ileri sürülmüştür. Aslına bakılırsa, modern devletin tarihi bu yargıyı büyük ölçüde doğrulamaktadır. Nitekim yaklaşık üç asırlık anayasacılık tecrübesine rağmen, devlet bugün başlangıçta olduğundan çok daha azman ve azgındır.
Bunun önemli bir nedeni, “kâğıt üstündeki” sınırların pek etkili olmamasıdır. Onun için, iktidarın asıl sınırı, kâğıt üzerindeki güvencelerden ziyade, devlet iktidarını dengeleyip frenleyebilecek özerk toplumsal güçlerin varlığındadır. Bu da en başta varlığını devlete borçlu olmayan, kendi ayakları üzerinde durabilen ve kendisini örgütleyebilen özerk bir toplumun varlığını gerektirir. Şüphe yok ki, insanların geçiminin devlete bağlı olduğu, başka bir ifadeyle, devletin toplumun “velinimeti” olduğu yerde devlet iktidarını frenleyecek özerk bir toplumun varlığından söz edilemez.
Bu doğru olmakla beraber, devlet iktidarını anayasal olarak sınırlamaktan vazgeçmek te çözüm değildir; çünkü bu, iktidarın kötüye kullanılmasına karşı bizi daha da korunaksız hale getirir. İktidarın yönetenleri saptırma eğilimine karşı tedbir almazsak, açıkçası iktidar sahiplerini anayasayla, hukukla ve diğer denge ve denetim mekanizmalarıyla sınırlamaz ve frenlemezsek, Lord Acton’ın dediği gibi, ne olacağı kesindir: “Mutlak (yani, sınırsız) iktidar mutlaka tefessüh ettirir.” Yani, artık bu durumda sap(ıt)ma veya yoldan çıkma bir ihtimal değil, kesin gerçekliktir.
Şimdi tekrar başa dönersek: Lord Acton’ın meşhur dictum’u genellikle eksik aktarılır. Oysa onun devamı var. Şöyle: “Büyük adamlar hemen hemen her zaman kötü adamlardır.” İktidarın tefessüh ettirmesi bağlamında söylediğine göre, demek ki, düşünür bu sözünde sınırsız iktidar ve iktidarın kötüye kullanılması ile “büyük adam” olmak arasında bir ilişki olduğunu varsaymaktadır. Yine doğal olarak, burada sözü edilen “büyük adam” kavramı da siyasî bir kavramdır. Öyleyse, düşünür demek istiyor ki, siyasette “büyük adam” olmak genellikle “kötü adam” olmakla, yani iktidarına sınır tanımamak ve iktidarını kötüye kullanmakla mümkündür. Gerçekten de tarihte büyük adam olup da yetkisinin sınırlarını aşmamış olan bir devlet adamı bulmak zordur.
Bu elbette siyasetteki bütün “büyük adamlar”ın tanımı gereği “kötü” oldukları anlamına gelmiyor, ama “büyük adam” olma tutkusuyla hareket edenlerin iktidarlarını kötüye kullanma eğilimine karşı bizi ihtiyatlı ve tedbirli olmaya davet ediyor. Bu söz aynı zamanda devlet ve siyaset adamlarına bir tevazu çağrısıdır. Çünkü büyük adam olma tutkusu çoğu zaman sınırsız iktidar tutkusuyla at başı gider. Gerçekten de büyük projeler peşinde koşan, daha önce emsâli görülmemiş “büyük işler” başarma tutkusuyla hareket eden “devlet adamları” genellikle anayasal-hukukî sınırları ayak bağları olarak görme eğilimindedirler; yerine göre “milletin”, “dâvânın” veya “kalkınma ve ilerleme”nin önündeki gereksiz ayak bağları…
Onun için, kendisinin millî veya dinî bir misyonla yüklü olduğuna inanan devlet ve siyaset adamlarından korkmamız ve onlar karşısında dâima teyakkuz hâlinde olmamız gerekiyor.
(ÖAD, 14 Eylül 2015)