Türkiye’nin kabaca 2011 yılından itibaren içine girdiği çok yönlü gerileme süreci devam ediyor. ‘’Çok-yönlü’’, yani sadece dar anlamda siyasette değil, hukukta, insan haklarında, toplumsal barışta, ekonomide, dünyadaki yerimize ilişkin tutumumuzda ve algımızda da gözlenen bir durum bu. Bu kötü gidişin yakın vadede duracağına ve -daha iyisi- tersine döneceğine dair de maalesef ufukta bir umut ışığı görünmüyor.
Bu başlıkların her birini kısaca gözden geçirelim.
Siyasetten başlarsak: En başta zorlu bir demokrasi problemimiz var. Türkiye demokrasi sicili öteden beri zaten bozuk olan bir ülke. Cumhuriyet’in 1940’lar sonlarında başlayan ve gel-gitler ve zikzaklarla malul olan bu uzun ‘’demokratikleşme süreci’’ni ben bu özelliğinden dolayı ‘’kronik geçiş rejimi’’ olarak adlandırıyorum. Burada ‘’Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset’’ (9. b., 2016) adlı kitabımda anlattığım bu hikâyenin ayrıntısına girecek değilim, sadece geldiğimiz noktayı belirteyim: Sonuçta başarısız da olsa, son darbe girişimi (2016), daha önce zaten başlamış olan geriye gidişin iyice pekişmesine ve istikrar kazanmasına yol açmıştır. Gelinen noktada ‘’demokrasi’’ adına elimizde olan, iktidarı tek bir kişiye delege etmek üzere yapılan ve serbestliği, yarışmacılığı ve âdilliği son derece düşük olan seçimlerden ibarettir. Cumhurbaşkanı seçimleri plebisite dönüşmüş, seçimle gelen diğer ana organ olan Meclis ise ‘’parlamento’’ niteliğini büyük ölçüde yitirmiş bulunuyor.
İkinci olarak, demokrasideki gerilemeye hukuktaki büyük tahribat eşlik etmektedir. ‘’Hukukun üstünlüğü’’nden vazgeçtik, bugünün Türkiye’sinde doğru anlamda ‘’hukuk’’un var olduğu bile şüphe götürür. Hukukun adaletle bağlantısı tamamen kopmuş, yargı neredeyse tamamen siyasî otoritenin uzantısı haline gelmiştir. Türkiye’de bugün hukuk adına var olan şey, büyük ölçüde, egemen iradenin ‘’ferman’’ benzeri irade açıklamalarından ibarettir. Mahkeme kararları bile çoğu zaman ancak bu iradeyle uyumlu iseler ‘’kabil-i icra’’ addedilmektedir. Bu şartlar altında, bırakın eski Romalılar gibi ‘’adalet yerini bulsun da isterse dünya yıkılsın’’ diyebilmeyi, iktidarın kendisini isnat ettiği uygarlık geleneğinin ‘’adalet mülkün temelidir’’ mottosuna bile sahip çıkabilecek yüzü olduğu şüphelidir.
Gerilemenin kendisini en yakıcı bir şekilde hissettirdiği üçüncü alan ‘’insan hakları’’dır. Türkiye’deki carî rejim insan haklarına riayet hassasiyeti taşımak şöyle dursun, bu kavramın/fikrin kendisini reddetmektedir. Onun içindir ki, son yıllarda ‘’hak-hukuk tanımazlık’’ ve vahim insan hakları ihlâlleri zirve yapmıştır. Bu furyadan akademik özgürlük de nasibini almış, binlerce akademisyen ‘’bölücü’’ veya ‘’terörist’’ örgütlerle irtibatı olduğu isnat ve ithamıyla görevlerinden uzaklaştırılmıştır. Bu arada, ‘’FETÖ’CÜLÜK’’ isnadı ilgili olsun-olmasın her kesimden muhalifleri susturmak için başvurulan bir Demokles kılıcı halini almıştır.
Özellikle son birkaç yıldaki uygulaması gösteriyor ki, siyasî kanaatlerinden, dinî inançlarından ve cinsiyetlerinden bağımsız olarak, bireylerin sırf ‘’insan’’ olmak itibariyle birtakım vazgeçilmez doğal haklara sahip oldukları fikrinin bu iktidarın referans dünyasında maalesef herhangi bir karşılığı bulunmamaktadır. İktidarın siyasî-idarî uygulamasından, önceliğin insan haklarında değil, ‘’devletin hakları’’nda olduğunu anlıyoruz. ‘’Devletin hakları’’na ilişkin bu perspektif ise sadece muhafazakâr bir ‘’düzen ve otorite’’ anlayışının her ne pahasına olursa olsun sağlanmasını değil, aynı zamanda ‘’doğru’’ inanç, ”doğru” hayat tarzı ve hatta ”doğru” kimliğin toplumun geneline dayatılmasını da içeriyor. Hâsılı, adaletin kaybıyla birlikte insan hakları fikrinin reddi ülke genelinde zulmün hükümfermâ olmasıyla sonuçlanmaktadır.
Dördüncü nokta toplumsal barışın bu dönemde büyük yara almış olmasıyla ilgilidir. Bu yaralanmanın büyük kronik nedeni Kürt sorununun barışçı-demokratik yoldan çözülmesi projesinden vazgeçilmiş olmasıdır. HDP’ye düşman muamelesi yapılmasından Partinin eş-başkanının hapiste tutulmasına, oradan ‘’barış akademisyenleri’’nin üniversiteden uzaklaştırılıp bir kısmının cezaî takibata uğratılmasına kadar bütün işaretler bu konuda 90’lı yıllardaki- şüphesiz kökleri çok daha gerilere giden- Kürt kimliğinin inkârına dayanan ve şiddeti öne çıkaran ‘’derin devlet’’ çözümüne geri dönüldüğünü göstermektedir. Bu durum aynı zamanda AKP’nin İslamcılığının devletçi milliyetçilikten pek de farkı olmadığını da göstermiş bulunuyor.
Toplumsal barışı zedeleyen ikinci etken, iktidarın politikalarının farklı toplum kesimleri arasında kutuplaşmayı kışkırtması ve/veya azdırmasıdır. Kutuplaşma özellikle hayat tarzı ve kültürel formasyon farklılığı ekseninde belirgin bir görünüm kazanmaktadır. Bu farklılığın partizan siyasî rekabetin toplumsal-kültürel alana yansıması şeklinde ortaya çıkması kutuplaşmayı daha da endişe verici bir hale sokmaktadır. AKP’nin başta eğitim ve dinî hayat alanı olmak üzere muhtelif sosyal sektörlerde kendi kültürel öncelik ve sembollerini dayatmadaki ve kültürel çoğulculuğun medya aracılığıyla ve toplanma ve gösteri hürriyeti yoluyla kendini ifade etmesini engelleyen sansürcü ve baskıcı yaklaşımdaki ısrarı toplumsal uyum ve hatta barış için çok ciddî bir risk içermektedir.
Geliyoruz beşinci noktaya, dünyadaki yerimiz hakkındaki algımıza, ki bunun bir yönü iç barışla da yakından ilgilidir: Türkiye’nin son bir-iki yılda yaptığı sınır-aşırı küçük savaşlar aslında Kürt meselesinde şiddete dayalı çözüm perspektifinin dışa dönük yansımalarıdır. Bunu dışında daha genel olarak konuşmak gerekirse, AKP iktidarı dış politikada Batı dünyasından gitgide koparak Avrasya’cı perspektife yöneliyor görünmektedir. İlkesel açıdan yanlış olması bir yana, bu pragmatik açıdan da pek isabetli bir tercih olmasa gerektir. İlkesel olarak yanlıştır, çünkü bu yönelim özgürlük, adalet, demokrasi, barış ve refah gibi evrensel değerlerden –‘’muasır medeniyet’’ten- uzaklaşma iradesinin işaretidir. Pragmatik açıdan da pek isabetli bir tercih sayılamaz; çünkü Rusya-İran-Çin ekseninde konuşlanarak Türkiye ne kendi güvenliğini daha iyi garanti edebilir, ne de kendisini –AKP’lilerin hayal ettiği gibi- küresel sahnenin kalkınmış, güçlü ve büyük bir oyuncusu konumuna yükseltebilir.
Nihayet Türkiye ekonomik olarak da maalesef ciddî sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Esasen potansiyel olarak var olan risklerin artık ciddiye alınmasını sağlayan doların Türk lirası karşısındaki aşırı yükselişinin gerek iş dünyası gerekse vatandaşların gündelik hayatı üzerindeki olumsuz etkileri yeni yeni hissedilmeye başlamıştır. Bu sorunun AKP bakımından da iki nedenle özel önemi vardır. İlk olarak AKP iktidarının iktisadî performansı uzun süre içte ve dışta ilgili çevrelere güven vermişti, hatta AKP’nin ekonomide başarılı olduğu yolunda bir izlenim oluşmuştu ki bu imaj şimdi yıkılmıştır. İkinci olarak, iktidarın rant dağıtımı yoluyla seçmen desteğini (önce) artırma ve (sonra) koruma politikası artık eskisi kadar kolay yürütülebilecek olmaktan çıkmıştır.
Sonuç olarak, refah kaybıyla ve yoksullaşmaya sonuçlanacak olan bu durumun, yukarıda işaret edilen baskı ve zulüm gibi diğer sorunlarla birlikte, vatandaşların gelecek umudunu karartacağından da endişe etmeliyiz. Onun için, bu çıkmazdan kurtulmak muvâfıkı ve muhalifi ile hepimizin öncelikli sorunu olmak gerekir. Mesele şu ki, çıkmazdan kurtulmak için gereken doğru siyasetlere yönelmenin önünü tıkayan da şu an iktidarda olan koalisyonun vazgeçmeye hazır görünmediği öncelikleridir: devletçilik, milliyetçilik, Batı dünyasına karşı kuşkuculuk ve her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma ihtirası.
Ben şahsen çok istediğim halde buradan bir umut işareti çıkaramıyorum.