Türkiye’nin bu yöndeki yaklaşık bir buçuk asırlık çabası ne yazık ki, pekişmiş ve istikrarlı bir anayasal-demokratik yönetimle sonuçlanmadı. Bunun nedenlerini anlama ve açıklama sadedinde en çok vurgulanan hususlardan biri, belki de birincisi, neredeyse periyodik hale gelmiş olan askerî müdahalelerin olumsuz etkisidir. Bu doğrudan müdahaleler yanında, Türkiye’nin siyasî sisteminin karakteristik bir özelliği olan “askerî-bürokratik vesayet”in de demokrasi mücadelemize sekte vurduğu gitgide daha fazla kabul edilmeye başladı. Fakat mesele şu ki, epey bir süredir askerî müdahaleler sona ermiş olmasına ve askerî-bürokratik vesayet de son yıllarda geriletilmiş olmasına rağmen, ülkemizin demokrasi performansı gelişme kaydetmek şöyle dursun, daha da geri gitmeye başladı. Bu durumun şüphe yok ki açıklanması gerekiyor.
Ben bu yazıda karşı karşıya kaldığımız, görünüşte şaşırtıcı olan bu durumu açıklamaya çalışacağım. Bana göre, meseleyi daha geniş ve tarihsel bir perspektiften ele almamız halinde, ilk bakışta şaşırtıcı görünen bu sonucun aslında hiç de şaşırtıcı olmadığını kolayca görebiliriz.
Malum, demokrasi köken olarak bizim dünyamıza ait bir kavram ve rejim değil. Demokrasi her iki anlamda da Batı dünyasında doğdu. Demokrasi kavramının Batı dünyasında yaklaşık 2500 yıllık bir geçmişi var. Buna karşılık, bugünkü anlamında demokratik rejimlerin tarihi ise çok yeni, taş çatlasa 200 yılı biraz aşar. Ama bu tarih de birçok gel-gitlerle dolu; demokratik gelişimi kesintiye uğratan, Huntington’ın deyimiyle, “ters dalgalar” da yaşanmış. Öyle veya böyle, bugüne geldiğimizde, Batı dünyasının pekişmiş demokratik sistemleri aslında liberal-demokratik sistemlerdir. Ben öteden beri, pek çok Batılı düşünür gibi, bunun böyle olmasının kavramsal-teorik bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum. Dahası, Batılı pekişmiş demokrasilerin tarihsel gelişiminin de bu teorik bağlantıyı doğruladığı kanaatindeyim ki bu yazıda asıl dikkat çekmek istediğim nokta da budur.
Özetle şunu demek istiyorum: Batılı pekişmiş demokrasilerin başarısının sırrı, orada demokrasinin kendisinden önce gelen, oldukça yerleşik liberal değerler ve kurumlar üstüne oturmuş olmasındadır. Gerçekten de batı’da önce liberal fikir, değer ve kurumlar yerleşti, kısaca liberal anayasal rejimler ortaya çıktı, sonra zaman içinde bu rejimler demokratikleşti. Özellikle 20. yüzyıl ortalarından bugüne uzanan dünya tecrübesi gösteriyor ki, liberal-anayasal fikrî ve kurumsal zemin üzerine oturmayan demokrasiler gerçekte demokrasi olamıyor veya öyle kalamıyorlar.
Nitekim, demokrasilerin ortaya çıkmaya başladığı 19. yüzyıl başlarında Avrupa’da anayasacılık ve hukukun üstünlüğü sadece köklü ve yerleşik düşünceler değildi; bu değerlerin yüzlerce yıllık geçmişi olan bazı kurumsal güvenceleri de vardı. Hatta, bu fikir ve kurumların bir kısmının geçmişi Orta Çağ’a kadar geri gidiyordu. Sözgelişi, Avrupa’da hukuk devleti fikrinin tohumları daha Roma Cumhuriyeti’nde atılmış ve yönetenlerin iktidarının sınırlı olduğu düşüncesi Orta Çağ boyunca da varlığını sürdürmüştü. Devlet iktidarının sınırlılığı düşüncesinin başka bir dayanağını oluşturan doğal hukuk doktrini ile baskıya karşı direnme fikri için de benzer bir durum söz konusudur. Ius naturale (doğal hukuk) Roma hukuk geleneğinin üçüncü ayağını oluşturuyor ve insanların kanun önünde eşitliğini ve özel mülkiyetin korunmasını öngörüyordu. Öte yandan, hem İngiltere’de hem de Kıt’a Avrupa’sındaki Orta Çağ sosyal düzeninde direnme hakkı düşüncesi de hep var olmuştur.
Devlet iktidarının kullanımına normatif-hukukî sınırlar getiren “anayasa” fikri, Avrupa’da, bu düşüncenin somutlaşmasının ilk modern örneği olan Amerikan anayasasından çok daha eskidir. Modern dönem öncesinin anayasacı anlayışı Amerika’da modern yargı denetiminin gelişmesinden çok önce devlet üzerinde hukuk yoluyla uygulanabilen sınırlamalar fikrini içeriyordu.
Bu çerçevede, daha özel olarak “yargı bağımsızlığı”nın fikri ve kurumsal temelleri de Avrupa’da demokrasilerin ortaya çıkmasından çok önce atılmıştır. İngiltere’de erken modern dönemin common law yargıçlarının anayasal güvenceye sahip oldukları kabul ediliyordu. Bu ülkede, parlamentonun bir işleminin geçersizliğine karar verilen 1610 tarihli Doktor Bonham davası gibi, 17. yüzyıl başlarındaki kimi davalar yargı denetiminin başlangıcının veya bir mahkemenin yasaların anayasaya uygunluğu hakkında karar verme yetkisine sahip olduğunun ilk işareti olmuştur.
Fransa’da da parlamentler kraliyet fermanlarını kaydetme görevine sahip olan ama anayasaya aykırılık durumunda bunu yapmayı reddedebilen, büyük ölçüde aristokratik yapılı olan yarı-yargısal organlardı. En önemlisi Paris’teki olmakla beraber, başka birkaç vilayette daha parlament vardı.
Liberal anayasacılığın Avrupa tarihindeki başka dayanakları arasında sözleşmeci düşünce ve şehirlerin özerkliği fikirleri de vardı. Kimi yazarlar modern anayasacılığın bir benzerinin ilk olarak 11. ve 12. yüzyıllarda Batı Avrupa’nın şehir yönetimlerinde ortaya çıktığına dikkat çekmiştir. Özgür şehirlerin hem yönetim teşkilâtını hem de sivil hak ve özgürlükleri belirleyen yazılı beratlarının aslında “ilk modern yazılı anayasalar” oldukları söylenmiştir. Eşit ve özgür kişiler fikrine dayanan, kendi-kendini yöneten bu şehirlerin en iyi bilinen örnekleri olan Kuzey İtalya şehir-yönetimleri çok kere fiilen bağımsızdılar.
Kadim anayasal düzen içinde şehirlerin yanında başka sözleşmeci yapılar da vardı. Fransa’da kimi yerel kiliseler ve estate’ler ile belediyeler ve binlerce tüccar ve esnaf loncası da mahkemeler tarafından kaydedilen imtiyaz beratlarıyla kurulmuştu ve kendi kendilerini yönetiyorlardı. Bunların statüleri yöneticilerin nasıl seçileceğini düzenliyor ve kararlar eşit üyeler arasındaki çoğunluk oyuyla alınıyordu.
Görülüyor ki, Avrupa’da (ve Kuzey Amerika’da) modern demokratik rejimlerin ortaya çıkmasından çok önce devletin hukukla ve kişi haklarıyla sınırlı olduğu fikri ve bunun kurumsal yapıları zaten teessüs etmiş idi. Bu kurumsal yapılar içinde yargının bağımsızlık ve saygınlığı çok önemli bir yer tutuyordu. Devlet iktidarını dengeleyen bağımsız şehirler ve özerk veya yarı-özerk diğer ara kurumları da bu bağlamda zikretmek gerekiyor. Bu tarihsel-toplumsal zeminde, söz gelişi bir İngiliz’in en azından sivil haklarının dokunulmazlığı, bu hakları teyit ve tescil eden fermanlar veya beratlar zincirinin ilk halkası olan Magna Carta’dan başlayan belgelere, yüzlerce yıllık common law geleneğine ve yargının saygınlık ve bağımsızlığına dayanıyor(du).
Bizim ise demokrasiyi kurumsallaştırmaya çalışırken arkamızda ne yazık ki böyle bir hukukî-siyasî zemin yoktu. On dokuzuncu yüzyılda başlattığımız önce hukukî modernleşme ve onu takip eden anayasallaşma çabamız da “sınırlı devlet”i yerleştirmeyi maalesef mümkün kılmadı. Dolayısıyla, biz aslında liberal temelleri olmayan bir demokrasi kurmaya çalıştık.
Bu başarısız tecrübe bize, özel alanın ve temel hakların dokunulmazlığı ile hukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığının fikir olarak bile yerleşik olmadığı, üstelik “hikmet-i hükümet”çi geleneksel siyasi pratiği tahkim eden devletçi-komüniteryen bir kültürün baskın olduğu bir toplumsal-tarihsel bağlam içinde, sahici anlamda bir demokrasi değil de ancak “millî irade” efsanesiyle kamufle edilmeye çalışılan bir çoğunlukçu rejim kurulabileceğini acı biçimde gösterdi. En azından bunu görebilenler açısından, şimdi mesele, çoğunluk yönetiminden önce anayasacılık ve hukukun üstünlüğü ile birlikte diğer liberal siyasi değerleri savunmak ve bunların kurumsallaşması için sahici bir çaba göstermektir.
Mustafa Erdoğan
*Bu yazı, Özgürlük Araştırmaları Derneği’nin 18 Aralık 2014’te verdiği açılış resepsiyonunda yazarın yaptığı konuşmanın notlarından hareketle, Kasım 2014 başlarında kaleme alınmıştır.