Bu gazetedekiler de dahil olmak üzere yazılarımda ve çeşitli ortamlardaki konuşmalarımda sık sık kullandığım normatif içerikli iki kavram var: klasik liberalizm ve liberteryenizm. Ama biliyorum ki, klasik liberalizme çoğu muhatabım aşina -hatta bir kısmı vakıf- olsa da, liberteryenizm kavramı çoğunluğa pek tanıdık gelmemektedir. Onun için, bugünkü yazımda bu kavramları, özellikle de liberteryenizmi açıklamak istiyorum.
Aslında klasik liberalizm ve liberteryenizm siyasal düşünce ve pratikte özgürlükçü geleneğin kısmen iç içe geçmiş olan iki ana dalını oluşturmaktadır. Başka bir deyişle bunlar birbirleriyle fikrî akrabalık içindedirler, yani aynı özgürlükçü düşünce ailesinin birer üyesidirler. Klasik liberalizmin ne olduğu kabaca herkesçe bilinmektedir. Yirminci yüzyıldaki önde gelen temsilcileri Ludwig von Mises, Friedrich A. Hayek, Milton Friedman, James Buchanan, Douglas Rasmussen ve Douglas Den Uyl, Richard Epstein ve Gerald Gaus olan bu öğretinin merkezinde bireysel özgürlük, statü toplumunun reddi, çoğulcu sivil toplum, devletin anayasa ve hukukla sınırlanması, kanun önünde eşitlik, serbest piyasa ve yönetimin halkın rızasına dayanması düşünceleri yatmaktadır.
Aşağı yukarı son elli yılda özellikle Amerikan siyasal düşüncesinde ve kamu politikası tartışmalarında öne çıkan liberteryenizm ise aynı temel düşüncelere bağlı olması bakımından klasik liberalizmin bir devamı gibi durmaktadır. Bu kısmen, bu ülkede solcuların/sosyal demokratların kendilerini ‘’liberal’’ olarak adlandırmaları karşısında klasik liberallerin kendi siyasî-ideolojik kimliklerini yeniden tanımlama ihtiyacı duymalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan bir durumdur. Ama elbette liberteryenizmin ayrı bir siyasî öğreti olarak varlığı bazı Amerikan klasik liberallerinin sözkonusu stratejik manevrasının bir ürününden ibaret değildir.
Nitekim, liberteryenizm kendisini içinde doğup geliştiği klasik liberal gelenekten farklılaştıran bazı felsef’i-ahlâkî öncülllere, değer ve düşüncelere dayanmaktadır. Liberteryenizm bir yandan klasik liberalizmin temel felsefî-ahlâkî öncüllerini mantıkî sonucuna kadar götürürken, öbür yandan özgürlükçü siyasî düşünce geleneğine klasik liberalizmin baskın sonuçsalcılığından (consequentalism) farklı yeni bir meşruluk temeli eklemiş veya zaten var olan bu düşünceyi öne çıkarmıştır. Daha anlaşılır bir şekilde ifade etmek gerekirse, klasik liberalizm kendisini meşrulaştırmada, ağırlıklı olarak, önerdiği kurumların özgürleşme ve refah arayışında insanoğlunu başarıya götürme kapasitesine vurgu yaparken; liberteryenizm kendisini -bu gerçeği reddetmeden ama- ağırlıklı olarak bireylerin dokunulmaz doğal haklara (hayat, hürriyet ve mülkiyet haklarına) sahip oldukları düşüncesiyle temellendirmektedir.
Liberteryenizm 1970’lerden itibaren Ayn Rand, Murray Rothbard, Robert Nozick, David Friedman, Jan Narveson ve Loren Lomasky’nin çalışmalarıyla tanınmış, bilahare onları başlıca şu isimlerden oluşan ikinci bir kuşak izlemiştir: Eric Mack, Randy Barnett, David Schmidtz, Chandran Kukathas, Matt Zwolinski, John Tomasi, Michael Huemer, Mark Pennington, John Hasnas ve Jason Brennan.
Liberteryen siyasî felsefe şu iki aksiyomatik öncüle dayanmaktadır: öz-sahiplik ve saldırmazlık. Öz-sahiplik (self-ownership) ‘’bireyin kendisi üzerinde, kendi bedeni ve aklı üzerinde egemen’’ olmasıdır. Başka bir deyişle, öz-sahiplik bireyin kendi aklı, bedeni ve mülkiyeti üzerindeki kontrol ve yönetim hakkı veya hakları anlamına gelmektedir. ‘’Hard-core’’ liberteryenler bireyin diğer bütün haklarının temelinde -bazen ‘’bireysel egemenlik’’ veya ‘’bireyin egemenliği’’ (the sovereignty of the individual) olarak ta adlandırılan- bu hakkın yattığını kabul ederler. Onlara göre, bireyin haricî nesneler üzerindeki mülkiyeti de kendisi üzerindeki mutlak kontolünün bir uzantısıdır.
Saldırmazlık (nonaggression) aksiyomu ise başkalarına karşı doğrudan doğrudan şiddete başvurulmasını yasaklar. Başkalarının saldırısına cevap olması durumu hariç, insanlara veya onların mülkiyetine karşı hiçbir zaman güç veya şiddet kullanılamaz. (”Medenî bir toplumun herhangi bir üyesi üzerinde kendi iradesine karşı güç kullanılması sadece başkalarına zarar verilmesini önlemek amacıyla meşrudur.” J. S. Mill). Liberteryen filozof Jan Narveson’ın dediği gibi, saldırmazlık ve öz-sahiplik aynı gerçeğin iki farklı yüzüdür. Herkes için genel saldırmazlık ödevinin sağladığı güvenlik aslında öz-sahipliktir. Kendine sahip olmak kişinin ne yapacağına karar verme hakkına sadece kendisinin sahip olmasıdır ki bu da başkalarının saldırgan müdahalelerinden kaçınma gereğiyle aynı kapıya çıkmaktadır.
Liberteryen siyasî felsefede öne çıkan diğer kavram ve değerler ise kısaca şöyle açıklanabilir:
(1) Normatif Bireycilik:Bireysel varoluşun kendi başına değeri liberteryen felsefenin temel taşlarındandır. Sadece bireyler ahlâkî eylem öznesi olabilirler. Liberteryenizm her bir bireyi kendi ayrı amaçları, çıkarları bulunan, kendisi için bir hayat projesi izlemeye değer olan bağımsız birer ahlâkî fail olarak kabul eder. Bireyin başka kişilerin veya cemaat, toplum yahut devlet gibi kolektivitelerin amaçlarını gerçekleştirmesinin bir aracı olduğunu reddeder. Her bir bireyin kendine ait amaçları olan ayrı ve bağımsız bir varlık olması onların kendi hayat projelerini başkalarının keyfî müdahalelerinden korunmuş olarak izlemeye ahlâkî olarak sahip olmalarının da temelini oluşturur. Her bir bireyin ayrı ahlâkî önemi bireyin özgürlük ve haklarına saygıyı şart koşar. Başka bir deyişle, ‘’(H)erkesin kendi iyiliğini [ve iyi anlayışını] kendi tercih ettiği şekilde gerçekleştirmeye çalışmaya ilişkin doğal bir hakkı vardır.’’ (Eric Mack)
(2) Negatif Özgürlük:Liberteryenizm temel siyasî norm olarak bireysel özgürlüğü savunan bir öğretidir. Özgürlük haricî bir iradenin keyfî müdahalesine maruz kalmadan kendimiz için tercihler yapabilmek ve eylemde bulunabilmektir. Özgürlük kişinin eylemde bulunurken insanlar tarafından konmuş olan keyfî engellerle karşılaşmadığı zaman tecrübe ettiği şeydir. Bir anlamda özgürlük kendimiz için başkalarının değil de kendimizin tercihte bulunmamız demektir. Kişinin özgürlüğüne saygı her bir bireyin bütün diğer birey ve gruplara yöneltebileceği temel ahlâkî iddia ve taleptir.
Siyasî bir prensip olarak özgürlük, Kukathas’ın hatırlattığı gibi, hem insanî amaç ve özlemlerimizin çeşitliliğini hem de insanların -başkalarının onlar için iyi veya uygun olduğunu düşündükleri hayatları değil de- kendilerinin sürmeyi istedikleri hayatları yaşamaları gerektiğini kabul ettiği için özellikle önemlidir. Bundan dolayı, özgürlükten yana bir karinenin var olduğu liberteryenlerin hareket noktasıdır. Jason Brennan’ın anlatımıyla: ‘’Başlangıç olarak, insanların başkalarından izin almadan veya kendilerini onlara haklı göstermeye çalışmadan, en iyi olduğunu düşündükleri şekilde yaşamakta özgür olmaları gerektiğini varsayarız. Yine başlangıç olarak, özgürlük üstündeki bütün kısıtlamaların aksi gösterilmediği sürece yanlış ve haksız olduğunu kabul ederiz.’’
(3) Özel Mülkiyet: Mülkiyet hakkı çoğu liberteryen için öz-sahiplikten türeyen bir haktır, dolayısıyla ancak bireyler mülkiyet hakkına sahip olabilirler. Aynı nedenle mülkiyet hakkı kişi için ‘’doğal’’ bir haktır ve genellikle dokunulmaz sayılır. ”Özel mülkiyet kişinin üretim araçları üzerindeki kontrolü aracılığıyla kendi hayatı üzerindeki kontrolü’’ anlamına gelmesi bakımından çoğu liberteryenin temel önemde saydığı bir değer ve kurumdur. Mülkiyetinin sınırları kişinin egemenlik alanının sınırlarını belirler. Meşru olarak elde edilmiş olan zenginliğin devlet eliyle yeniden-dağıtımı da öz-sahiplik ilkesiyle bağdaşmaz. Çünkü bu, meselâ Robert Nozick’e göre, zenginliği dağıtılan kişinin kendilerine dağıtım yapılanların yararı için kullanılması anlamına gelir.
(4) Otoriteye Karşı Şüphecilik: Liberteryenler devlet konusunda klasik liberallerden daha fazla şüphecidirler. Siyasî otoriteye karşı bu şüphecilik hem ahlâkî hem de pratik nedenlere dayanır. Ahlâkî olarak, liberteryenler [kişilere] emir ve talimat vermeye ve bunlara uyulmasını istemeye ilişkin bir hak iddiası anlamında devletin otoriteye sahip olduklarından şüphe ederler. Devletin gerekliliğini reddetmeyen liberteryenler bile en azından, devletlerin halihazırda yaptıkları şeylerin birçoğunu yapma otoritesine sahip olmadığını düşünürler.
Öte yandan, pratik olarak ta liberteryenler siyasî devlet görevlileri ile bürokratların iddia edildikleri veya varsayıldıkları kadar akıllı veya hayırhah olduklarından kuşku duyarlar. Klasik liberaller gibi liberteryenler de politikacıların bizim gibi sıradan insanlar olduklarını kabul eder ve bizim hayatlarımızı ve işlerimizi yönetmekte bizim kendimizin olduğundan daha iyi oldukları düşüncesini reddederler. Kaldı ki, iktidar sahibi olmakta ve iktidar kullanmakta insanları ahlâken tefessüh ettirme yönünde güçlü bir potansiyel vardır.
Ahlâkî açıdan bakıldığında, liberteryenlerin siyasî otoriteden hoşlanmamalarının arkasında, esas olarak, bireyin kendisi üzerindeki egemenliği düşüncesine bağlı olmaları yatmaktadır. ”Bireyin egemenliği, bir devletin veya ulusun bireyin üzerinde egemenlik kurmaya hiçbir hakkı olmadığı anlamına gelir.” Bu şüphecilik kimi liberteryenleri anarşizmi benimsemeye götürmüştür. Yine de liberteryenizmdeki hâkim eğilim minimal devlet taraftarlığıdır. Bunlar devleti bireylerin negatif haklarının korunması ve toplumsal düzenin tamamen çökmemesi için zorunlu olan bir kötülük olarak görürler.
(5) Kendiliğinden Düzen: Toplumun siyasî otoriteden bağımsız bir doğal özgürlük düzenine sahip olduğu düşüncesi John Lock’a ve İskoç Aydınlanmacılarına kadar geri gider. Locke toplumsa düzenin devletle ortaya çıkmış olmadığını, devletli topluma geçilmesinin sadece doğal özgürlük şartlarında var olan düzeni pekiştirdiğini varsayıyordu. Onsekizinci yüzyılda Adam Smith te, ‘’görünmez el’’ kavramıyla, kendiliğinden bir düzenin var olduğunu ifade etmişti. Toplumsal düzen ve kurumlar varlıklarını devlete borçlu değildirler. Piyasalar, para, hukuk, dil gibi toplumsal kurumlar insan eyleminin sonucu olarak ama insanoğlunun beşerî tasarımdan bağımsız olarak kendiliğinden bir şekilde ortaya çıkmışlardır. Gerek liberteryen-anarşist hukuk teorisinin gerekse piyasalara devlet müdahalesinin reddinin arkasında bu düşünce yatmaktadır.
(6) Serbest Piyasalar: ”Piyasa ekonomisi üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan işbölümü sosyal sistemidir.’’ (von Mises) Liberteryenler serbest piyasa taraftarıdırlar, çünkü her şeyden önce serbest piyasa bireyler arasındaki gönüllü etkileşimlerin bir sonucu olarak kendiliğinden doğan düzenin iktisadî faaliyetler alanındaki yansımasıdır. Piyasa mübadelesi özgürlüğün ekonomideki somutlaşmasıdır, çünkü ancak mübadelenin bütün tarafları karşılıklı olarak hemfikir oldukları zaman insanlar birbirleriyle işlem yaparlar. İkincisi, piyasa ekonomisi liberal-liberteryen bir değer olan özel mülkiyete saygının bir gereği ve sonucudur. Nihayet piyasa ekonomisi zenginlik ve refah üretiminde en etkin olan kurumsal araçtır. ‘’Gönüllü, desantralize ve karşılıklı olarak yararlı mübadeleleri kolaylaştıran bir düzen biçimi’’ olan serbest piyasalar ‘’insan refahının (well-being) da birincil kaynağıdır.”
Öte yandan, serbest-piyasa kapitalizminin yarattığı zenginlik sivil toplumu da geliştirir. Çünkü, Walter Williams’ın belirttiği gibi, piyasa kapitalizminin yükselişi ve ona bağlı olarak insan üretkenliğindeki artış sayesinde insanlar sadece fizikî ihtiyaçlarını daha az zaman ve emek harcayarak karşılayabilir hale gelmekle kalmamış, iktisadî gelişme aynı zamanda insanların manevî ve kültürel olarak gelişmeleri için boş zamana sahip olmalarını da mümkün kılmıştır.
Kısaca, liberteryen açıdan, piyasa ekonomisi özgürlüğün ahlâkî değeri ile kaynakların etkin dağılımını birleştiren yegâne mekanizmadır. Ancak piyasa ekonomisinin kendisinden beklenen bu işlevleri yerine getirebilmesi tamamen serbest (yani devlet müdahalesinden korunmuş) olmasına bağlıdır. (Diyalog, 17 Kasım 2024)