Mustafa Erdoğan
Malum, Abraham Lincoln ünlü Gettysburg Nutku’nda (1863) demokrasiden kısaca ‘’halkın halk tarafından halk için yönetimi’’ (‘’government of the people, by the people, for the people’’) olarak söz etmişti. Bu ifadeyi bir demokrasi tanımı olarak görmek alışıldık bir tutum ise de, bu sözde demokrasinin gerçekte ne olduğu hakkındaki tek anlamlı ibare ‘’halk tarafından yönetim’’dir. Gerçekten de demokratik bir rejimi diğerlerinden ayırt eden onun ‘’halk tarafından yönetim’’ olması, başka bir deyişle yönetimin öznesinin ‘’halk’’ olmasıdır.
‘’Halk tarafından yönetim’’ anlamında demokrasinin odağında ise yönetimle ilgili ortak kararları ‘’halkın’’ (yurttaşlar heyetinin) nasıl alacağı yer almaktadır. Bu da demokrasinin esas olarak bir yöntem ve usul meselesi olduğu anlamına gelmektedir. Öyleyse demokrasi temel önemdeki kamusal meseleler hakkındaki kararların doğrudan veya dolaylı olarak bütün halk (yetişkin yurttaşlar) tarafından alındığı bir siyasî sistem olarak tanımlanabilir. Bunlar da anayasa yapımına ek olarak, ’yasama’’ ve ‘’yürütme’’yle ilgili meselelerdir.
Demokrasi esas olarak bir yöntem ve usul meselesi olmakla beraber, onun arkasında -en azından teorik olarak- belli bir ahlâkî-siyasî idealin yattığı varsayılmaktadır. Bu ideal Kantçı özerklik, yani kişinin kendi ahlâk yasasını kendisinin koyması düşüncesidir. Özerklik düşünce veya ideali her bir bireyin kendisini de bağlayacak olan kuralların (yasaların) yapımına katılmasını gerektirir. Böylece demokrasi bireysel özerklik idealinin bütün toplum düzeyine yansıyan kolektif ifadesi olarak görülebilir.
Ama belki de böyle düşünmek bir hüsnükuruntudur. Nitekim teorik düzeyde ne kadar idealize edilse de demokrasinin çağımızdaki uygulamasının onun varsayılan felsefî-ahlâkî değerini yansıttığı söylenemez. Bunun en başta gelen nedeni, çok sayıda değişken bireysel tercihlerden anlamlı ve tutarlı bir ‘’sosyal tercih’’ üretmenin imkânsızlığıdır. Esasen ‘’halk’’ kavramının gerçek içeriğini oluşturan seçmenlerin her zaman isabetli kararlar vereceklerinin de bir garantisi yoktur; yani -yaygın deyişle- ‘’halkın sesi hakkın sesi’’ değildir. Kaldı ki demokratik siyasetin pratiğini ilkelerden çok birey ve grupların haksız avantaj elde etme arayışları belirlemektedir. Yani günümüz demokrasisi pek de öyle özerklik idealini amaçlayan bir kurumsal mekanizma gibi işlememektedir.
Belki daha temel bir neden, bugünkü uygulamasında demokrasinin esas olarak bir ‘’temsilî yönetim’’ biçimi olmasıyla ilgilidir. Yani, günümüzde ‘’halk’’ siyasî yönetim yetkisini doğrudan doğruya değil de düzenli seçimlerle belirlenen ama genellikle parti oligarşilerine bağımlı olan temsilcileri aracılığıyla kullanmaktadır. Bu da ‘’çoğunluk kuralı’’ gereğince yasama ve yürütmeyi fiilen siyasî çoğunluğun -daha doğrusu onun liderlik kadrosunun- kontrol etmesiyle sonuçlanmaktadır. Demokratik girişimin liberal bir tarihsel-kültürel zemine dayanmadığı bizimki gibi toplumlarda bu durum daha da belirgindir, o kadar ki bu toplumlarda yargı da siyasî çoğunluğun nüfuz alanına dahil edilebilmektedir.
Liberal fikrî ve kurumsal zeminin zayıf olduğu toplumlarda demokrasinin başka bir handikapı da seçimlerin ‘’millî irade’’yi ortaya çıkardığı ve millî iradenin yasama organındaki siyasî çoğunlukla özdeş olduğu düşüncesinin baskın olmasıdır. Bu ise çoğunluğa muhalefet etmenin ‘’millî irade’’ye karşı çıkmak olarak yaftalanıp kriminalize edilmesini kolaylaştırmaktadır. ‘’Millî irade’’nin meşru-mutlak güç olarak tasarlanmasının başka bir sonucu da, yöneten çoğunluğun yetkisinin sınırlı olmadığına, sivil ve özel hayat alanlarını da kapsadığına inanılmasına götürmesidir. Oysa, liberal demokratik bir rejimde ‘’kamusal’’ nitelikte olmayan konular demokratik karar mekanizmasına tabi kılınamaz. Sonuç olarak, bütün bunlar yöneten çoğunluğun güç suistimali ve hak ihlâlleri karşısında herkesi, özellikle de muhalif konumda olan kişi, grup ve partileri korumasız bırakmaktadır.
İşte tam da bu noktada, liberal anlayış doğrultusunda, hukuk ve anayasanın yöneten çoğunluğu çerçeveleyen, sınırlayan ve frenleyen bir faktör olarak devreye girmesine ihtiyaç vardır. Liberal-anayasal bir çerçeve içinde hukuk sisteminin işlevi bir yandan siyasî ve idarî makamların icra-yı faaliyet ederken kendileri için öngörülmüş olan tanımlı alanların sınırları içinde kalmalarını sağlayarak keyfî yönetimi önlemek, öbür yandan da kişilerin kendi hayat projeleri çerçevesinde iş ve işlemlerini geleceği öngörerek planlamalarını kolaylaştırmaktır. Böylece anayasal ve hukukî sistem bireysel özgürlüğü ve temel hakları korumak suretiyle çoğunluk yönetiminin sınır-tanımazlık ve tecavüzlerine karşı herkes için bir güvence oluşturabilir.
Şu var ki, hukuk sisteminin bu koruyucu ve frenleyici işlevi görebilmesi, onun en başta kişilerin özgürlük ve özerkliğine saygıda ifadesini bulan sahici bir ‘’hukuk fikri’’ne dayanıyor olmasına ve ‘’hukukun üstünlüğü’’ ile adaletin standartlarını karşılamasına bağlıdır. Hukukun egemen iradenin herhangi bir tezahüründen ibaret sayıldığı ve ‘’demokratik’’ olsun veya olmasın iktidardaki çoğunluğun her istediğini ‘’hukuk’’ yapabildiği bir yerde sahici anlamda hukuk yoktur. Doğru anlamda hukuk, başka özellikleri yanında, egemenliğin bir türevi değil, egemen iradenin de üstünde yer alan ve onu sınırlayan bir kurallar ve kurumlar sistemidir.
Kısaca, sınırsız ‘’demokrasi’’ demokrasi değildir. Özgürlüğü ve birey haklarını koruyan ve yasama ve yürütme başta olmak üzere kamu otoritelerini anayasal sınırları içinde tutan bir hukuk ve yargı sistemi olmadan doğru anlamda demokrasi var olamaz. Bu demektir ki hür ve medenî bir toplumun aynı anda hem demokrasiye hem de hukukun üstünlüğüne ihtiyacı vardır.
Türkiye’nin farklı dönemlerde ikisini de tecrübe ettiği “demokrasisiz hukuk” kadar, “hukuksuz demokrasi” de bu ihtiyaçla bağdaşmaz. Ama ironik olan şudur ki Türkiye’nin bugünkü rejimi bu iki sahte seçeneğin de gerisindedir. Bu rejim hem hukuksuz bir rejimdir, hem de doğru anlamda demokrasi değildir. (Diyalog, 25 Ağustos 2024)