NEHİR CAN KAZAN’IN LİBERALİZMLE İLGİLİ SORULARINA CEVAPLAR
(Aralık 2018)
- Kısaca liberal düşünceyi nasıl tanımlarsınız?
‘’Liberal düşünce’’ aslında büyük bir siyasî ve entelektüel geleneğin adıdır. Birçok farklı kaynaktan beslenen büyük bir nehire benzetebiliriz liberalizmi. Tam da bu, yani beslendiği kaynakların çeşitlilik ve çokluğudur ki liberalizmin kuşatıcı bir tanımını yapmayı zorlaştırmaktadır. Yine de özlü bir tanım vermek gerekirse, Lord Acton’ın ufuk açıcı deyişine [‘’Liberalizmin kutup yıldızı özgürlüktür’’] referansla şöyle diyebilirim: Liberalizmin temel kılavuzu, yol gösterici ilkesi özgürlüktür. Böylece liberalizm kısaca özgürlük taraftarı düşünce ve siyaset olarak tanımlanabilir. Başka bir anlatımla, liberalizm bir özgür toplum tasarımıdır. Liberal için özgürlük bizatihi bir amaçtır, sırf bir araç değil. Yine Lord Acton’ın ifadesiyle, özgürlük ‘’ulusal büyüklük ve görkem, zenginlik ve refah, aydınlanma ve ahlâk’’ gibi değerlerin yerine konabileceği’ araçsal bir değer değil, bizatihi bir değerdir, bir amaç-değerdir.
Özgürlüğün liberalizm bakımından üstün değeri, elbette bu öğretinin diğer temel insanî değerleri önemsemediği anlamına gelmez. Tam aksine, hoşgörü ve özerklik gibi başka değerlerin de liberal tasavvurda önemli bir yeri vardır. Hoşgörü, kişinin veya kamusal otoritenin onaylamadığı görüşlere karşı baskı yapmaktan ilkeli olarak kaçınması demektir. Hoşgörü ilkesi baskının yerine akılcı iknayı geçirmeyi amaçlar.
Başka bir açıdan, hoşgörü liberalizmin ahlâkî çoğulculuğa verdiği tipik cevap olarak da görülebilir: farklı inanç, düşünce ve hayat tarzlarının barışçı bir şekilde bir arada var olabilmesi en başta liberal toplumun hoşgörü ilkesine bağlı kalmasıyla mümkündür. Hoşgörü bu bakımdan bireysel özgürlüğü tamamlayıcı bir ilkedir.
Öte yandan, bireysel özerklik de liberalizmin özellikle Kant’tan etkilenen yorumunda öne çıkan başka bir değerdir. Özerklik kısaca kişinin kendi-kendini belirlemesidir. Özerk kişi başka bir iradenin değil kendisinin belirlediği amaçları izler. Bu da ancak kişinin toplumsal pratikleri ve yerleşik düşünceleri sorgulayabilen, ‘’aydınlanmış’’ bir düşünce yapısına ve iradeye sahip olmasıyla mümkündür.
Şu var ki, bireysel özgürlüğe verdiği üstün önemden dolayı, liberalizm özerk hayatlar yaşamayan, başka iradeleri veya dogmatik görüşleri kendisi için bir otorite olarak gören bireylere özerklik adına müdahaleye de taraftar değildir. Onun için, liberaller bireysel özerkliğin teşvikinden yana olmakla beraber, bu amaçla cebrî araçlara başvurulmasını genellikle onaylamaz ve bu arada paternalizmi reddederler.
- Liberal düşüncede özgürlük kavramını nasıl tanımlarsınız?
Özgürlük kısaca kişinin yapmak veya olmak istediği şeyin insan-yapısı, değiştirilebilir ve keyfî bir haricî müdahaleye maruz kalmaması demektir. Bu, Isaiah Berlin’in meşhur ikili ayrımındaki özgürlüğün negatif anlamıdır. Engellenmemek, kısıtlanmamak, baskı altında olmamak anlamında özgürlük yani. Birey ancak bu şekilde baskıdan özgür (free from) olursa kendi amaçlarını ve projelerini gerçekleştirebilir. Bu anlamda özgürlük özerkliğin de önşartı ve garantisidir. Kişinin kendi-kendini belirleyebilmesi ‘’aydınlanmamışlık’’tan kaynaklanan iç engellerin var olmamasını gerektirdiği gibi, özerk bir şekilde kararlaştırılan eylemin gerçekleşmesi de en başta haricî bir kısıtlama veya müdahalenin yokluğuna bağlıdır.
Ancak, özgürlüğün daha ziyade ‘’pozitif’’ yorumunu (freedom to) öne çıkaran kimi liberaller negatif konseptin eksik bir özgürlük anlayışını yansıttığını, çünkü kişinin yapmak istediği şey için gerekli donanıma (araçlar, para, zenginlik) sahip olmaması halinde özgür sayılamayacağını veya böyle bir özgürlüğün ‘’değersiz’’ olduğunu [veya ‘’yeterince değerli’ olmadığını] ileri sürerler. Isaiah Berlin, bu yaklaşımın özgürlükle iktidarı veya gücü karıştırması bakımından kavramsal bir hata olduğunu belirtir. Ona göre, özgürlük ve iktidar veya güç iki ayrı şeydir; keyfî bir kısıtlamaya maruz kalmadığı sürece, bireyin istediklerini yapmak için gerekli imkânlara sahip olmaması onun özgür olmadığı anlamına gelmez.
Pozitif özgürlük taraftarlarının kavramsal bir hata yaptıkları görüşü bana da doğru geliyor. Evet, bir şeyi onun için uygun yetenek, güç veya donanıma sahip olmadığınız için yapamamanız rahatsız edici olabilir, hatta bu sizi hüsrana uğratabilir; ama bu sırf bu nedenle özgür olmadığınız anlamına gelmez. Bu durumun özgürlüksüzlükten başka birçok nedeni olabilir. Bu özgürlüksüzlük değil de belki bir adaletsizlik olabilir, tamamen sizin kusurunuzdan ileri geliyor olabilir, hatta hiç kimsenin kusuru olmayabilir. Buna karşılık, bir şeyi yapmak için gerekli ve uygun donanıma (yetenek ve araçlara) sahip olduğunuz halde, başka bir kişi veya otorite onu yapmaktan sizi keyfî olarak alıkoyuyor olabilir. Özgür olmama durumu işte budur.
Tahmin edilebileceği gibi, farklı özgürlük kavrayışlarının kamu siyasetiyle ilgili sonuçları vardır. Pozitif özgürlük taraftarları, tabiatıyla, onları uygun araçlar ve olanaklarla donatmak suretiyle bireyleri ‘’özgürleştirme’’nin devlete yüklediği pozitif bir görev olduğunu düşünürler. Başka bir anlatımla, pozitif özgürlükçüler regülasyon ve vergileme gibi yollarla -değişken derecelerde- devlet müdahalesinden yanadırlar.
- Türkiye’de liberal düşünce size göre nasıl bir gelişim göstermiştir? 4. LDT ile ayrılışınız nasıl oldu? 5. ÖAD size göre nasıl bir kurum, Türkiye’de liberal düşünme biçimine nasıl bir katkısı var?
‘’Türkiye’de liberal düşünce nasıl bir gelişim göstermiştir?’’ sorusuna bir an için ‘’Türkiye’de liberal düşünce gelişme göstermemiştir’’ şeklinde cevap veresim geldi. Son 30 yılda yaşadığım tecrübenin bende uyandırdığı his bu çünkü. Ama biraz daha soğukkanlı bakarsak, şöyle demek sanki daha doğru olacak: Türkiye’nin yarım yamalak da olsa kimi liberal fikirlerle tanışmasının üstünden kabaca bir asır geçti ama bu süre boyunca liberalizm uzun soluklu ve ciddiye alınmaya değer bir düşünce akımı olarak ortaya çıkmadı. Bu uzun dönem boyunca liberalizm adına gözlediğimiz, sadece arada bir parlayıp sönen zayıf alevler… Ta ki 1990’lar başlarında rahmetli Kâzım Berzeg ve Atillâ Yayla’yla beraber Liberal Düşünce Topluluğu’nu oluşturmamıza kadar. Böylece, Liberal Düşünce Topluluğu’nun ortaya çıkmasıyla ilk defa bu durum değişebilecek, Topluluk kalıcı bir fikir hareketi haline gelecekmiş gibi oldu. Gerçekten de LDT aşağı yukarı 20 yıl Türkiye’deki liberal eğilimli akademisyen ve düşünce adamlarının toplanma yeri ve liberal fikirlerin etrafa yayıldığı bir odak gibi göründü. Ama maalesef 2013’ten sonraki gelişmeler bu ümitvar görüntüyü kısmen hayal kırıklığına dönüştürdü.
LDT’yi bir hayal kırıklığına dönüştüren ana neden Türkiye’nin 2011 sonrasında içine girdiği otoriterleşme süreci ve özel olarak da Gezi olayları karşısında alınması gereken tavır konusunda Topluluğun kurucuları arasında ortaya çıkan fikir ayrılığı oldu. Rahmetli Kâzım Bey ve ben AKP iktidarının özgürlük ve demokrasiden uzaklaşma yolundaki bu gidişinden derinden endişe duyduk ve tabiatıyla bu gidişatı eleştirmeye başladık. Buna karşılık, diğer kurucu Atillâ Yayla gerek Gezi olayları gerekse sonraki gelişmeler konusunda iktidar partisinin geliştirdiği söyleme ikna oldu. O da iktidar gibi, Gezi olaylarının AKP iktidarını devirmek için tezgâhlanmış bir tertip, hatta komplo olduğunu düşünüyordu. Daha sonra da iktidarın baskıcı uygulamalarına yönelik eleştiri ve muhalefete karşı hep AKP iktidarının yanında durdu. Dahası, Atillâ Yayla doğru veya yanlış kendisi için bir tutum geliştirmekle yetinmeyip, kendi pozisyonunun yegâne meşru ‘’liberal’’ pozisyon olduğunu ima etti, hatta yer yer bunu söyledi de.
Kurucular arasında ortaya çıkan ilkesel temeldeki bu ayrışma doğal olarak Liberal Düşünce Topluluğu’nun dağılması sonucunu getirdi. Ayrıca, ortada Topluluğun adını kullanan bir dernek de vardı fakat bu Dernek LDT ile aynı şey değildi, şimdi ise hiç değildir. Çünkü Topluluk formel bir organizasyon değil, mensuplarının gönüllü fikrî katkılarına dayanan faaliyetlerin koordinasyonu anlamına gelen enformel bir oluşumdu. Her ne hal ise, işaret ettiğim şartlar altında o Derneğin çatısı altında birlikte çalışma imkânımız kalmadı. Zaten Atillâ Yayla çoğu kendisine kişisel olarak sadık olan elemanları marifetiyle Derneği kontrolü altında tutuyordu. Bu durumda, benim gibi Türkiye’nin gidişatından endişe duyan ve çoğu LDT’nin entelektüel kimliğinin oluşmasına katkıda bulunmuş olan İhsan Dağı, Bican Şahin, Erdal Türkkan, Veli Kondak ve Melih Yürüşen gibi arkadaşlarla birlikte ayrı bir dernek kurmaya karar verdik. Özgürlük Araştırmaları Derneği (ÖAD) 2014 Ağustos’unda işte böyle doğdu.
ÖAD, adının da çağrıştırdığı gibi, özgürlük odaklı bir araştırma kuruluşu. Başka bir ifadeyle, ÖAD aktivist bir kuruluş değil, esas olarak bir araştırma merkezi. Daha çok kamu siyasetini oluşturanları ve genel kamuyu liberal değer ve ilkeler doğrultusunda aydınlatma amaçlı araştırma projeleriyle öne çıkmayı amaçlıyor. Dernek bugüne kadar kamu siyasetinin hemen hemen her alanında araştırma raporları ve analizler yayımladı. 2018 yılında öne çıkan ‘’Hukuk Devleti Akademisi’’ projemiz ise hem bir araştırma hem de bir eğitim faaliyeti özelliği taşıyor.
‘’Liberal düşünme biçimi’’ne katkı yapmak konusuna gelince; bu, kamu siyasetine ilişkin liberal öneriler geliştirmek üstünde odaklaşan ÖAD’nin asıl amacı değil. Bu, kurum olarak Dernek’ten ziyade Dernek üyelerinin kendi bireysel entelektüel ve akademik çabalarıyla katkı yapabilecekleri bir hedef. Yine de belki şu anlamda bir katkıdan söz edilebilir: Analizler ve raporlar başta olmak üzere Derneğin yayınları ve organize ettiği akademik forumlar liberal ilkelerden hareket eden öneriler içermeleri anlamında Türkiye’deki liberal düşünceye de dolaylı bir katkı sayılabilirler.
Kendi adıma söylemem gerekirse, ben eskiden olduğu gibi bugün de liberal teorideki gelişmeleri izlemeye ve bunları kendi yayınlarıma yansıtmaya devam ediyorum. Yalnız, çeyrek asırdır kamusal entelektüel olarak bilinen bir kişi olmama rağmen, genel kamuya hitap etme konusunda eskiden yapıp da bugün yapamadığım bir şey var ki ona tabiî üzülüyorum: Son üç yıldır radyo-televizyon ve gazete gibi kitle iletişim araçlarında kendimi ifade etme şansım maalesef yok. Bu süre boyunca Üniversite dışında kaldığım için de öğrencilere ve meslektaşlarıma da doğrudan hitap edemiyorum. Şimdilik sadece kitap ve makale yazıyor ve ÖAD için araştırma raporları kaleme alıyorum. Şimdiye kadar ÖAD için kaleme aldığım rapor ve analizler şunlar: ‘’Hukukun Üstünlüğü ve Türkiye’’ (2015), ‘’Başkanlık Sistemi, Latin Amerika Tecrübesi ve Türkiye’’ (2016), ‘’Liberal Adalet ve Ekonomik Özgürlük’’ (2018), ‘’Hukukun Üstünlüğü Elkitabı’’ (2019).
6. Rawls Türkiye’deki tartışmalarda örneğin Hayek kadar yer tutmamaktadır, sizce nedeni nedir?
Bunun birkaç sebebi var. Bir kere, Türkiye Hayek ismine 1940’lar sonlarından beri az çok aşinadır. Nitekim, yazarın, zamanında Batı dünyasında büyük yankılar uyandırmış olan Road to Serfdom adlı kitabının bazı bölümleri 1947-48 yıllarında Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisinde ‘’Esaret Yolu’’ adıyla yayımlanmıştı. Ayrıca kendisinin 1974 yılında iktisat alanında Nobel Ödülü kazanması da hem genel olarak Hayek’e olan ilgiyi, hem de özellikle iktisatçılarımız arasında onun tanınırlığını artırmıştır. Nihayet, Hayek’in çalışmalarının önemli bir kısmının iktisatla ilgili olması, onun Türkiye’nin iktisadî sorunlarına çözüm arayışı içinde olan kamu siyaseti yapıcılarının ve akademik iktisatçıların dikkatini çekmesini kolaylaştırmıştır.
Buna karşılık Rawls Batı dünyasında bile 1970’lere kadar akademi dışında pek bilinen bir düşünür değildi. Onu meşhur eden temel eseri A Theory of Justice 1971 yılında yayımlandı. Üstelik bu kitabın güncel siyasal meselelerle ilgisini kurmak uzmanlık gerektiren, zaman alıcı bir işti(r). Rawls adının İngilizce-konuşulan dünyanın dışında popüler hale gelmesi 1993 tarihli Political Liberalism adlı kitabından sonradır. Türkiye’de de 90’lara gelinceye kadar Rawls bilen pek yoktu (Bu noktada, ilgili bir hatıramı nakletmek isterim. Türkiye’de Rawls’la ilgili ilk yayın sanırım benim A Theory of Justice’ten 1986 yılında yaptığım
[maalesef ufak-tefek hatalar da içeren]
ve Yeni Forum’da yayımlanan 30 sayfa tutarındaki çeviri olsa gerektir. Daha da tuhaf olan, o zamanlara kadar Ankara Siyasal’ın kütüphanesinde bile Rawls’un kitabının olmamasıydı ki onu da aynı yıl Kütüphane benim talebim üzerine getirtmişti.) Her neyse, bugün gerek dünyada gerekse Türkiye’de Rawls’a olan akademik ve entelektüel ilgi Hayek’e olan ilgiyi geçmiş gibidir.
Şu var ki, Rawls ABD’de ‘’liberal’’ olarak bilinmekle beraber, onun görüşleri liberalizmin klasik anlamıyla yer yer bağdaşmazlık içermektedir. [ABD’de ‘’liberal’’ sıfatı Avrupa’da ve Türkiye’de kabaca ‘’sosyal demokrat’’lığa karşılık gelmektedir.] Evet Rawls’un felsefesi liberal-bireyci öncüllerden hareket etmektedir ama ulaştığı sonuçların önemli bir kısmı daha toplumcu, hatta kollektivisttir. Bunu en belirgin biçimde gözleyebileceğimiz alanlardan birini onun piyasa ekonomisiyle ilgili görüşlerinde gözleyebiliriz. Gerçi Rawls’un “hakkaniyet olarak adalet” teorisi “herkes için eşit özgürlük”ü birinci ve öncelikli ilke saymaktadır ama, onda özgürlüğün önceliği ilkesi genel bir iktisadî özgürlük hakkını içermemektedir. Rawls sadece meslek seçme özgürlüğü ile kişisel mülkiyet hakkını anayasal olarak korunmayı hak eden ‘’temel özgürlükler’’ arasında görmektedir. Onun âdil toplum tasavvurunda ne “üretim araçlarında özel mülkiyet” bir temel haktır, ne de sözleşme özgürlüğü. Hatta Rawls daha da ileri giderek, A Theory of Justice’te “(s)erbest piyasaları kullanmakla üretim araçlarının özel mülkiyeti arasında hiçbir esaslı bağlantı” olmadığını söyler.
7. Ikinci Cumhuriyet tartışmalarının liberal düşüncede yeri var mıdır sizce?
‘’İkinci Cumhuriyet tartışmaları’’ denen şey tamamen Türkiye’ye özgü, yani bu konuştuğumuz meselelere göre oldukça yerel ve felsefî-ahlâkî ilgisi nispeten zayıf bir konudur. Bunu söylemekle, bu söylemin Türkiye açısından önemsiz olduğunu ve kamusal tartışmaya hiçbir katkı yapmadığını ima etmek istemiyorum. Aksine, Türkiye’nin özgürleşmesine ama daha çok da demokratikleşmesine katkı yapabilecek önerileri vardı bu tartışmanın. Benim demek istediğim, ‘’İkinci Cumhuriyet’’ söyleminin, teorik referansları bakımından liberalizm tartışmalarıyla bir arada düşünülebilecek derinlikte bir konu olmadığıdır. Bununla beraber, bu söylemin Türkiye siyasetine ilişkin teşhis ve önerilerinin şans eseri de olsa liberal öğretiyle önemli ölçüde uyumlu olduğunu da belirtmek isterim.
8. Neoliberal düşünme biçiminin liberalizm içindeki yeri size göre nedir?
Doğrusunu söylemek gerekirse, popüler kullanımdaki anlamını esas alırsak, ‘’neoliberal düşünme biçimi’’ diye bir şey yoktur. Çünkü, neoliberal terimi bir düşünce akımından ziyade, 1980’li ve 90’lı yıllarda ABD ve Britanya gibi ülkelerde etkili olan belli bir tür kamu siyasetine atıfta bulunmaktadır. Neoliberal veya neoliberalizm nitelemeleri 1980’lerin sonlarından itibaren sol entelijansiya tarafından, bencilliği kutsayan ‘’dizginsiz bir piyasa ekonomisi’’ yanlısı anlamında bir karalama yaftası olarak siyasî söylemde yer etmeye başlamıştır. Deyim hatta yer yer uluslararası bir komployu teşhis etme edasıyla da kullanılmaktadır. Ne var ki, yakın zamanlara kadar bu yaftayı üstlenen herhangi bir ciddî entelektüel grup, topluluk veya sivil kuruluş yoktu.
Ancak son birkaç yıldır ABD ve Britanya’da kendisini ‘’neoliberal’’ olarak niteleyen tek tük kişilere rastlanmaktadır ama, onların bununla kastettikleri bu yaftayı uluorta kullananların ona verdikleri kötüleyici anlamdan tamamen farklıdır. Bu sıfatı benimseyenlerin bununla kastettikleri, piyasacı temelden ayrılmaksızın, piyasanın regülasyonu ve vergileme yoluyla gelir dağılımına kısmî devlet müdahalesini onaylayan daha ‘’sosyal’’ bir liberalizmdir. Liberalizm içinde yeni ortaya çıkan bu belli-belirsiz yönelim, bir bakıma, bundan 80 yıl kadar önce ‘’neo-liberalizm’’ terimini ilk kullananların kısmî bir devamı olarak görülebilir. Burada 1938 yılında Paris’te toplanan Walter Lippmann Kollokyumu’nda ortaya atılan bir düşünceye atıfta bulunuyorum. Mises ve Hayek gibi klasik liberallerin de katıldığı bu toplantıda Alexander Rüstow ve diğer bazı katılımcılar laissez-faire’ci iktisat anlayışının terk edilerek, yeniden-dağıtımcı vergilemeye ve devletin ekonomiye müdahalesine dayanan yeni bir siyaset önerisinden yana tutum alınmasını önermişler ve bu yönelime ‘’neoliberalizm’’ demişlerdi. Tahmin edilebileceği gibi, daha piyasacı olan Mises ve Hayek bu öneriye katılmamışlardır.
Bu duruma göre, ‘’neoliberalizm’’ terimi bugün halâ kullanılmaya devam edecekse bu ancak iki şekilde anlamlı olabilir. İlk olarak, bununla klasik liberalizmi daha sosyal yönde yorumlayan yeni akımlar kastedilebilir. ‘’Bleading Heart Libertarian’’ grubu veya kimilerinin deyimiyle ‘’neoklasik liberalizm’’ gibi. Bu anlamda neoliberalizmin tipik bir örneği John Tomasi’nin ‘’Free Market Fairness’’ (2012) (Serbest Piyasa Hakkaniyeti) adlı eseridir. Neoliberalizm teriminin ikinci anlamlı kullanımı, benim ilk defa 1990 yılında yayımlanan ‘’Liberal Düşünce Geleneği’’ başlıklı makalede yaptığım gibi, bununla klasik liberal fikirlerin 1970’ler sonlarından itibaren yeniden canlanmasına işaret etmek şeklinde olabilir. Her iki durumda da ortada bir komplo filan yoktur; olan sadece, 300 küsur yıllık geçmişi olan büyük bir düşünce geleneğinin kısmen değişerek de olsa varlığını sürdürmesidir.