‘’Gelişmiş’’ bir ülke olmak iktisadî kalkınmayla ilgili olmakla beraber, genellikle sanıldığının aksine, ondan ibaret değildir. Öyle olmadığı, ülkelerin gelişmişlik karşılaştırılmasında sadece ekonomik kalkınma düzeyine bakmakla yetinilmeyip, ‘’insanî gelişme’’, ‘’özgürlük ve demokrasi’’ ve ‘’hukukun üstünlüğü’’ gibi alanlara ilişkin verilerin de dikkate alınıyor olmasından anlaşılabilir.
Yine de, bu seferlik konumuzu iktisadî kalkınma meselesiyle sınırlayalım. Ancak hemen hatırlatmak isterim ki, iktisadî kalkınma veya büyüme bile sadece ekonomik bir mesele değildir; göreceğimiz gibi bunun zihniyetle ve kültürle ilgili yönleri de vardır.
İktisadî kalkınmanın önemi, esas olarak, toplumsal refahı artırmasından ve insanların hayat standartlarını yükseltmesinden ileri gelmektedir. Refahın artması elbette insanlara genel bir rahatlık ve konfor sağlar ve onlar için hayatı kolaylaştırır; ama gözden kaçırılan nokta, iktisadî kalkınmanın manevî tatminler için de önemli olduğudur. Çünkü, hayatı kendileri için daha anlamlı kılmaları ve değer verdikleri etkinlikleri yapabilmeleri için insanların ihtiyaç duydukları araçları sağlayan da kalkınmanın yaratacağı bolluk ve zenginliktir.
Zenginlik ve refah üretmenin olağan veya etkin yolunun ne olduğu ise bellidir: Mülkiyet hakkına, sözleşme serbestisine ve girişim özgürlüğüne dayanan piyasa ekonomisi. Henüz bu ‘’kapitalist kalkınma’’ modelinin işleyen bir alternatifi de ortaya çıkmamıştır. Malum, kapitalizmin ana alternatifi olmak iddiası güden, üretim araçlarının kolektif mülkiyetine ve merkezî planlamaya dayanan devletçi veya güdümlü ekonomi modeli 1980’lerin sonunda çökmüş bulunuyor.
Gerçi, insanlık için büyük acılara da neden olmuş olan bu trajik tecrübeden sosyalistler pek ders almışa benzemiyorlar. Nitekim, suçunu ‘’reel sosyalizm’’e yükledikleri bu muazzam fiyaskoya rağmen, sosyalistler -ve onların bu iddiasına inanmış görünen kimi İslamcılar- ‘’kapitalizm’’i hedef tahtasına koymaktan vaz geçmediler. Sanki çöken kapitalizm ve liberalizmmiş gibi yazıp konuşmaya, kapitalizmi ve ‘’neoliberalizm’’i günah keçisi yapmaya devam ediyorlar!
Neyse. Halihazırda gelişmiş Batı ülkelerinin hepsinde, ufak-tefek farklarla, kapitalist ekonomi modeli uygulanmaktadır. Buna ‘’sosyal-demokrat’’ İskandinav ülkeleri de dahildir. İnsanların genellikle bu ülkeleri kapitalizmin bir alternatifiymiş gibi olarak görmelerinin nedeni, oralarda ‘’sosyal adalet’’i sağlamaya dönük yeniden-dağıtım politikalarının baskın ve yaygın olmasıdır. Oysa, bu ülkelerin izledikleri iktisadî model de kapitalizmdir; esasen onların dağıtımcı bonkörlüklerini mümkün kılan da dağıtılabilecek bir zenginliğin var olmasıdır ki onu üretmiş olan da piyasa ekonomisidir.
Türkiye’ye gelince, burada izlenen ekonomi politikalarının istikrarlı bir şekilde refah ve zenginlik üretemediği sır değildir. Bunun temel nedeni, Türkiye’nin çok uzun bir süre otarşiyi bir erdem olarak gören devletçi-korporatist bir felsefeyle yönetilmiş olmasıdır. Türkiye piyasa ekonomisine sempatik ve dünyaya açık bir ekonomik modele ancak 1983’ten itibaren geçmeye çalıştıysa da, aynı devletçi sapmalar ve zaman zaman nükseden popülizm yüzünden bu yeni yönelim de istikrarlı bir şekilde devam edemedi. Türkiye halâ sahici alamda mülkiyet hakkına, sözleşme serbestisine ve girişim özgürlüğüne dayanan, dünyaya açık bir piyasa ekonomisine (kapitalist iktisadî modelin) sahip olmaktan uzaktır.
Türkiye’de genel olarak siyasal hayata olduğu gibi, özel olarak ekonomiye de hâkim olan ana paradigma ve zihniyet devletçiliktir. Bu sadece devlet ve siyaset elitleri ile bürokratik ve teknokratik elitler için geçerli değildir; Türkiye’de devletçi zihniyet genel olarak (sivil) topluma da hâkim olan en güçlü kültürel koddur. Öte yandan, dar görüşlü bir milliyetçiliğin sonucu olarak, tipik bir yoksulluk ve geri kalmışlık reçetesi olan otarşik ve dışa kapalı ekonomi hevesleri toplumda olduğu kadar devlet ve siyaset elitlerinde de zaman zaman nüksetmektedir.
Teknik kriterlerle ve karşılaştırmalı olarak bakıldığında, evet, gerek kamu harcamalarının büyüklüğü gerekse (altyapı hizmetleri dışında) kamu yatırımlarının hacmi bakımından Türkiye bugün çok belirgin bir devletçi ekonomi manzarası göstermemektedir. Yine de devletin ekonomideki payının % 20’nin üzerinde seyretmesi, ‘’gelişmekte olan’’ bir ülke için oldukça yüksek bir orandır. Kültürle ve zihniyetle ilgili diğer faktörlerle birlikte düşünüldüğünde, bu durum Türkiye’nin iktisadî kalkınması için ciddî bir dezavantaj oluşturmaktadır.
Çünkü, kamu harcamalarının büyüklüğü, serbest piyasa şartlarında refah üretimine yönelecek olan kaynakların etkin ve verimli bir şekilde kullanılmaması veya hatta bürokratik ve teknokratik kadrolar tarafından israf edilmesi sonucunu doğrmaktadır. Öte yandan, Türkiye ekonomisi devletin piyasaya keyfî müdahalelerinin öngörülemezlik ve sıklığı bakımından da belirgin bir devletçi bir ekonomidir. Bu müdahaleler, Türkiye’nin yağmacı/el-koymacı geleneğiyle tutarlı olarak, bazen mülkiyet güvenliğini yok eder şekilde ortaya çıkmaktadır. Oysa, mülkiyet güvenliğinin eksik veya yetersiz olduğu bir ekonomi yoksullaşmaya çıkarılmış bir davetiyeden farksızdır.
Bu arada, toplum üzerindeki genel vergi yükünün yüksek olması ve özel olarak ta her gün eklenen yenileriyle birlikte muazzam boyutlara ulaşan dolaylı vergiler yatırıma yönelecek yeterince tasarrufun oluşmasını önlemektedir. Bu yolla bürokrasi için oluşan kaynak israfı havuzu, ayrıca, devletin toplumu yağmalaması anlamına da gelmektedir.
Türkiye’de devletçiliğin bir aracı da hukuktur, devlet hukuku kişilerin haklarını güvence altına almak ve ‘’barış ve düzeni’’i tesis etmek için değil de istikrarsızlık ve güvensizlik yaratmak için kullanıyor. Devlet özellikle son yıllarda ‘’regülasyon’’u bile öngörülebilir ve kriterleri belli bir araç olmaktan çıkarmıştır. Oysa, hukukî güven ve istikrarın olmadığı yerde piyasa ekonomisinin sağlıklı ve verimli bir şekilde işlemesine imkân yoktur. İstikrarlı ve güven veren bir hukuk sistemi sözleşmelerin icrasını sağlayabilmek bakımından da hayatî önemi haizdir. Açıktır ki, hukukun düzgün bir şekilde işlememesi sözleşmelere uymamayı kötü niyetli aktörler için avantajlı hale getirmektedir. Bu aynı zamanda yabancı yatırımcıları da Türkiye’de yatırım yapmaktan caydıran bir etkendir.
Bizde devletçiliğin başka bir türü de siyasî yozlaşmada ve rant ekonomisi modelinde kendisini göstermektedir. Özellikle AKP yönetiminin ikinci on yılında iyice kontrolden çıkan de facto ‘’ekonomi modeli’’ kamu kaynaklarının siyasî amaçlarla yağmalanmasına yol açmaktadır. AKP ekonomi modelinin esasını, kamuya ait varlıkların iktidar partisi tarafından oy devşirmek, seçmen tabanını genişletmek ve/veya muhafaza etmek ve kendisini destekleyen bir zenginler zümresi yaratmak için kullanılması oluşturmaktadır.
Bütün bu nedenlerle, Türkiye’nin fert başına millî gelirinin yerlerde sürünmesine şaşırmamak gerekir.