Mutat olduğu üzere, yılbaşı gecesinde hepimiz yeni yılla ilgili iyi dileklerimizi dile getirdik. Eşe-dosta, sevdiklerimize, toplumumuza ve hatta bütün insanlığa sağlık ve mutluluk diledik; özgürlük diledik, barış diledik, refah diledik…
Ama eğer ‘’şom ağızlılık’’ saymazsanız, hemen söylemek isterim: (İnsanlık bir şekilde COVİD afetinin üstesinden gelebilirse), belki sağlıkla ilgili olanı hariç, bu dileklerin hiç biri bu yeni yılda gerçekleşmeyecek maalesef. Aslına bakarsanız, sadece 2022 yılı için değil, izleyen birkaç yıl için de bu konuda pek ümit yok.
Nedenine gelince, bu iyi dileklerin önünde en azından üç dikkate değer engel var. Birincisi şu: Bu dileklerin fikrî ve kurumsal karşılıklarının neler olduğu konusunda hem siyasî partiler ve aydınlar arasında, hem de genel olarak toplumda yaygın bir belirsizlik ve hatta kafa karışıklığı var. İkinci engel de bununla bağlantılı: Genel olarak toplum gibi, başlıca siyasî aktörler de söz konusu dileklerin düşünsel ve kurumsal karşılıklarını gerçekleştirecek iradeye sahip görünmüyor.
Peki nedir bu fikrî ve kurumsal karşılıklar? Başka bir deyişle, o iyi dileklerimizin gerçekleşmesi hangi düşünce ve ideallerin yaygınlaşmasına ve hangi kurumsal yapıların tesisine bağlıdır?… Kısaca şunların: anayasa ve hukukla sınırlı devlet; toplumun devlete önceliği ve araçsal devlet; insan onuru ve temel haklar; farklılıkların meşruluğu ve hoşgörü; âdil hukuk ve hukuk önünde eşitlik; etkin ve bağımsız bir yargı; mülkiyet hakkına ve sözleşme özgürlüğüne dayanan ve hukuk çerçevesinde işleyen rekabetçi bir piyasa ekonomisi.
Siyasî aktörlerden, okumuş-yazmış kesimden, şurdan-burdan gelen ve ilk bakışta aksini düşündüren retorikçi söylemlere rağmen, bu değer ve ideallerin Türkiye’nin ne siyasî kadroları, ne okumuş-yazmışları arasında, ne de toplumun değişik kesimlerinde sahici anlamda yaygın bir desteğe sahip olduğu söylenebilir. Özel olarak siyasî partiler söz konusu olduğunda, iktidar partilerinin (AKP ve MHP’nin) bu fikir ve ideallerle bir yakınlıklarının olmadığı zaten belli olmuştur. Ne var ki, bu konuda iddialı görünen başlıca muhalefet partiler tarafından temsil edilen siyasî perspektifin bile pek ümit verici olmadığı, bunların ortak siyasî hedefleriyle ilgili olarak yaptıkları çalışmanın esas olarak ‘’hükûmet sistemi’’ değişikliği üzerinde odaklanmış olmasından anlaşılabilir.
Somutlaştırmak gerekirse, toplumun devlete önceliği, araçsal devlet, insan onuru ve eşitlik, farklılıkların meşruluğu gibi temel siyasî fikirlerin onların düşünce dünyasında ve siyasî tasavvurlarında pek yeri varmış gibi görünmemektedir. En azından muhalefet blokunun iki ana bileşeninin, Türkiye’deki ‘’müesses nizam’’ın ideolojik kimliği ve simgesel hassasiyetleri ile bunlarla bağlantılı önceliklerinin yüz küsur yıldır ne tür insan onuru, hak ve özgürlük sorunlarına yol açtığını idrak edebilecek kavramsal bir donanıma sahip oldukları olduğu bile şüphelidir. Bunların carî rejimin ve onun altında yatan devlet geleneğinin esasına dokunmadan ‘’başaracakları’’ değişimlerin, o iyi dilekleri gerçekleştirmeye elverişli bir fikrî ve kurumsal çerçeve tesis etmelerini beklemek bana hayalcilikmiş gibi geliyor.
Bu yıl ve izleyen yılların başta işaret ettiğim iyi dileklerin en azından büyükçe bir kısmını hayata geçirebileceği konusunda iyimser olmayı zorlaştıran son engel (veya neden) ise tam da az önce temas ettiğim müesses nizamla ve Türkiye’nin devlet geleneğiyle ilgili. Karakteristik vasfı devlet-merkezcilik ve devletin topluma öncelik ve üstünlüğü olan bu geleneğin söz konusu düşünce ve ideallerle bağdaşmadığı bir sır değil. Özellikle de, halkın esenlik ve mutluluğunun iki büyük ön şartı olan ‘’herkes için özgürlük ve refah’’ maalesef ‘’Türk Devleti’’nin öncelikli hedefleri arasında yer almıyor. Çünkü, bu devletin ana hedefi kendini Türk devleti olarak idame ettirmek ve tebaasının Türk kimliğini garanti etmekten ibarettir.
Aynısı toplumsal barış ideali için de geçerli. Çünkü Türk devletinin ‘’barış’’tan anladığı, farklılıkların meşruluğu anlayışı çerçevesinde farklı kimlik ve kültürlerin barışçı birlikteliğinin hak ve özgürlük garantileri yoluyla sağlanması değil, Türklük temelinde kültürel türdeşliği veri alan ‘’kamu düzeni’’nin baskı ve şiddetle sağlanmasından ibarettir. Türkiye’de devlet gerek kendisinin Türklüğe aidiyeti, gerekse tebaasının münhasıran etnik-kültürel Türk kimliği iddialarından, insanî maliyeti ne olursa olsun, hiç bir taviz vermemeye kararlı olduğunu yüz yıldan fazla bir süredir birçok vesileyle acı bir şekilde göstermiştir.
Şimdiye kadar ‘’solcular’’ı olduğu gibi artık ‘’dinciler’’i de kendi Türklük davasına hizmet ettirebilecek kadar bilgi, beceri ve tecrübe stokuna sahip olan bir devletle karşı karşıyayız. Böyle bir devletin kendi mahiyeti ve rejiminin yapısıyla ilgili olarak sınırsız bir değişime izin vermeyeceği izahtan varestedir.
Onun için, iktidar ilişkilerinin kökten değişmesine yol açacak, fevkalâde istisnaî bir siyasal ve kültürel değişim-dönüşüm gerçekleşmediği sürece, Türkiye’nin sahiden hür ve medenî bir rejime kavuşma ihtimali yok gibidir. (Diyalog, 2 Ocak 2022)