Pretöryenizm eski Roma’da zamanla imparatorları tahta çıkaracak ve tahttan indirecek kadar etkili bir siyasî güç haline gelen ‘’pretöryen muhafız’’ların rolünden mülhem modern bir terimdir. Siyaset biliminde bu terimle, özerk veya yarı-özerk askerî gücün yürütmeyi gözetimi altında tutması ve ‘’gerektiğinde’’ yönetime fiilen müdahale etmesi kast edilmektedir. Bu durum, bizde son dönem Osmanlı siyasetindeki ‘Yeniçeri’ etkisine benzemektedir.”
Pretöryenizm modern Türkiye’de de bir tür Yeniçericilik şeklinde yakın zamanlara kadar etkili olmuştur. Osmanlıda modernleşmenin askerî kurumlardan başlamasının ve İmparatorluğun son döneminde ordunun eğitiminde artan Alman etkisinin sonucu olarak, askerler arasında kendilerini “devletten ve milletten sorumlu” sayma anlayışı yerleşik hale gelmişti. Devletin kaderinden kendisini sorumlu sayan güç, devletin inkıraz halinde olmasının da etkisiyle, doğal olarak, devletin idamesini kendisinin birincil siyasî amacı haline getirdi.
Yeni Cumhuriyetin askerî kuvvetleri de –ki aynı zamanda Cumhuriyetin kurucu unsuru idiler- bu zihniyeti tevarüs etmiş ve zamanla onu Kemalizmle harmanlayarak yeni bir vesayet ideolojisi oluşturmuştur. İşte aşağı yukarı on yıl öncesine kadar Türkiye’nin siyasal sistemini Batı tipi liberal demokrasilerden ayıran önemli özelliklerden birinin, onun ‘’vesayetçi’’ niteliği olduğu ve vesayetçi güçlerin başını da silâhlı kuvvetlerin çektiği, bu satırların yazarının da dâhil olduğu birçok sosyal bilimci ile siyasal gözlemcinin ortak görüşü idi. Şu var ki, AKP iktidarı o tarihten bu yana attığı yasal ve fiilî adımlar sayesinde, bugün itibariyle askerî gücü kontrolü altına almış ve diğer vesayetçi unsurları da geriletmiş görünmektedir.
Teorik olarak bakıldığında bunu demokrasi adına bir kazanç olarak görmemiz gerektiği düşünülebilir. Ancak, zaman gösterdi ki AKP (daha sonra kendisine katılan MHP’yle birlikte) vesayetçi güçleri tasfiye etmeyi rejimin demokratikleşmesi adına değil fakat kendi tek-adamcı otokratik rejimini kurmak için yapmıştır. Gerçekten de Erdoğan ve ekibi 15 Temmuz darbe girişimini kendisi lehine fırsata çevirme becerisini göstermiş ve bu sayede Anayasayı kendi istediği yönde değiştirmek için elverişli bir zemin oluşturmayı da başarmıştır. Böylece, 2017 Anayasa değişikliği ile, Türkiye’de siyasî işlevleri tek elde toplayan, yargıyı tek adama (‘’Reis’’e) ‘’ayak bağı’’ olmaktan çıkaran ve başkaca da bir denetim ve denge mekanizmasına yer vermeyen hukuksuz bir Başkancı otokrasi tesis edilmiş oldu.
Ancak bu durum, yani eski resmî vesayetçi güçlerin geriletilmesi, rejimin vesayetçi unsurlardan tamamen temizlendiği anlamına gelmemektedir. Öyle görünüyor ki, rejime vesayet işlevi bu sefer devlet içinde odaklanan gayrı resmî veya enformel güçler tarafından devralınmıştır. ‘’Devletin bekası’’nı garanti etmeyi kendileri için temel amaç sayanlar geldikleri kaynaklar itibariyle homojen olmadıkları gibi, münhasıran resmî sıfatı hâiz olmayan kişilerden oluşuyor da değildirler. Hatta bunların çoğunun muvazzaf veya emekli istihbaratçılar ve askerlerden oluştuğu tahmin edilebilir.
‘’Devletin bekâsı’’ misyonerlerini gayrı resmî (enformal) olarak nitelerken kast ettiğim, onların kamu görevlisi olmadıkları değil fakat işlerini hukuksuz bir şekilde (veya hukukun dışında) ve gizli olarak veya dolambaçlı yollardan yapmalarıdır. Bunların içinde elbette kamu görevlisi olmayanlar da vardır. Ayrıca, bunlar ideolojik olarak farklı yerlerden geliyor olabilirler veya daha doğrusu, görünüşteki ideolojik farklılıkları onları ‘’Devletin bekâsı’’ kutsal amacında birleşmekten alıkoymamaktadır.
Bu yeni ideolojik terkipte Kemalizmin eskisi kadar güçlü bir bileşen olmaktan çıkmış görünmesi de, bu görüntü doğru olsa bile, özde önemli bir fark yaratmamaktadır. Çünkü Kemalizm zaten fiilen ‘’Devlet’’in bekası amacına hizmet etmektedir. Elbette bu amaç, ya ‘’hikmet-i hükûmet’’çi özü ya Kemalist bileşeni ya da her ikisiyle, sadece resmî sıfatı olanları değil, kimi –legal ve illegal- ‘’sivil’’ unsurları da heyecanlandırmaktadır.
Kısaca, ister muvazzaf ister emekli olsunlar ve ayrıca sıfatları ne olursa olsun, bunlar genellikle teşhis edilebilen görünür unsurlardan oluşan homojen bir grup olmayıp, enformel ve hem dünya görüşü hem de sevk ve idare anlamında heterojen bir ağ oluşturmaktadırlar. Elbette ‘’derin devlet’’ olarak adlandırılan bu ağın tek bir bütünleşik yapı altında toplandığını iddia etmiyorum. Daha önemlisi, bu unsurların resmî hükûmetle tamamen bağlantısız oldukları kanaatinde de değilim; bunların bazıları resmî sıfatı olan ‘’devlet ve siyaset adamları’’yla zaman zaman işbirliği yapıyor olsalar gerektir. Bu beraberlikte kimin kimi ‘’kullandığı’’nı belirlemenin kesin bir formülü yoktur; her iki taraf ta diğerini kullanıyor veya kullandığını sanıyor olabilir.
Bu son noktayı vurgulama ihtiyacı duymamın nedeni, Türkiye siyasetinde meşru siyasî aktörlerin etkileşimlerinin sonucu gibi görünen her gelişmenin pek de öyle olmayabileceğine ve enformel (derin) güçlerin ‘’demokratik’’ siyasetin gündem ve istikametini sandığımızdan da fazla etkileyebileceklerine dikkat çekmek istememdir. (Diyalog, 7 Kasım 2021)