Hatırlanacağı gibi, zamanın genelkurmay başkanı 28 Şubat’ın bin yıl süreceğini söylemişti de çoğumuz onun saçmaladığını düşünmüştük. Aslında hiç de saçmalamıyordu, çünkü onun kast ettiği literal anlamda ‘’bin yıl’’ değil, fakat ‘’rejim’’in kalıcılığı veya değişmezliği idi. Söz konusu olan, seçimlerden kimin ‘’galip’’ kimin ‘’mağlup’’ çıktığı veya hangi partinin gelip hangisinin gittiği değil, ‘’devletin bekâsı’’ öncelikli temel proje veya programın yeni taktikler ve değişken aktörler ve araçlarla her zaman yürürlükte olacağı idi.
28 Şubat’ta darbe yoluyla doğrudan doğruya yönetime el koymak yerine parlamentonun işlemesine izin vererek ve MGK gibi anayasal bir platformu kullanarak siyasî sistemin işleyişini vesayet altına almayı tercih etmeleri, silâhlı kuvvetler ile diğer devlet seçkinlerinin önceki tecrübelerden ders aldıklarını gösteriyordu. Anayasanın ve hukukun üstünde olan temel programın Devletin ‘’ana düşmanları’’ olarak kodladığı iki gruptan biri olan Kürt siyasî hareketinin 1994’te tasfiye edilmesinden sonra, 28 Şubat ‘’postmodern darbe’’siyle de bu sefer ‘’rejim’’in diğer düşmanı olan ‘’dinci’’ örgütlenmelerin tasfiye edilebileceği umuluyordu. Ne var ki, 28 Şubat ne İslâmî kesimin iki ana aktöründen biri olan Millî Selâmet-Refah çizgisini siyasetten, ne de Gülen cemaatini sivil hayat alanından safdışı edebildi.
Başlıca iki nedenle: demokratik meşruluk eksiği ve bu işin yargı eliyle gerçekleştirilmek istenmesi. Demokratik meşruluk eksiğinin bir yanı, 28 Şubatçıların yasama ve yürütmeyi kontrol etmek için –zamanın cumhurbaşkanı Demirel’in de gönüllü katkısıyla- yaptıkları manipülasyonların fazla göze batmasıyla ilgiliydi. Refah Partisi’nin kapatılması da çözüm olamazdı; çünkü onu siyasetten temelli olarak dışlamak için yerine kurulacak partiye de izin vermemeyi göze almaları gerekiyordu, ama bu durumda açıkça demokratik çoğulculuğa karşı çıkmış olacaklardı. Bu arada, 28 Şubat projesinin resmî icracısı konumunda olan zamanın başbakanı ‘’ilerici’’ Ecevit’in Gülen hareketine kol-kanat gereceği de hesaplanmamıştı. Öte yandan, Cemaatin de yargı yoluyla tasfiyesi mümkün olmadı; çünkü Ecevit faktörüne ilâveten, o zaman yargı henüz –bugün olduğu gibi- hukuk fikrini büsbütün terk etmiş değildi.
Sanırım, Devlet misyonerleri/bekçileri 28 Şubat tecrübesinden de ders çıkardılar. Bu ders onlara galiba şunu söylüyordu: Doğrudan darbe yapmaktan daha yumuşak ta olsa, yine de tepeden inmeci olan yöntemlerle dinci kanadın tasfiyesi başarılamadığı gibi, bastırıldığı sanılan Kürt siyasî hareketi de daha da güçlenerek geri gelmiş bulunuyor. Öyleyse, amacı gerçekleştirmek için bu sefer radikal bir yöntem değişikliğine gitmek gerekiyordu: Temel Devlet projesi doğrudan doğruya demokratik meşruluk görüntüsü altında ve bu iş için MGK’dan da elverişli bir anayasal araç kullanarak gerçekleştirilmeliydi.
Şu var ki, ihtiyaç duyulan ‘’demokratik meşruluk’’u CHP eliyle sağlamak mümkün olmadığına göre, toplumsal tabanı çok daha geniş olan başka bir siyasî aktörün devşirilmesine ihtiyaç vardı. O da AKP’den başkası değildi. Ama bu sefer de çok ciddî başka bir sorun ortaya çıkıyordu: Kendisi de Devlet tarafından ‘’dinci’’ olarak kodlanmış olan –ve dolayısıyla, normal olarak tasfiye edilmesi gereken- AKP ‘’bölücü’’ Kürtlerin saf dışı edilmesine belki ikna edilebilirdi, çünkü AKP liderliği ve tabanı da nihayetinde devletçi, birlik-bütünlükçü ve hatta Türkçüydü. Buna karşılık, AKP’yi kendi ortağı konumundaki başka bir ‘’dinci’’ hareketin –Gülen cemaatinin- tasfiyesi işine koşmak nasıl mümkün olacaktı? .
Gelişmelerden anladığımıza göre, nasıl olduğunu bilmiyoruz ama, AKP liderliği bu ‘’Devlet görevi’’ne bir şekilde ikna edilmiş bulunuyor. Bu işte onun en büyük yardımcısı ve ‘’dalgakıran’’ı, 28 Şubat Sürecinde de ön planda olan Devlet partisi MHP olacaktı. Böylece yeni Devlet operasyonuna iyi-kötü ‘’demokratik’’ bir meşruluk sağlanmış oldu.
Öte yandan, bu ‘’Devlet görevi’’nin yerine getirilmesinde kullanmak için daha uygun bir ‘’hukukî’’ araç bulundu: anayasal ‘’olağanüstü hal’’ ve ardından anayasa değişikliği. Böylece malum darbe girişiminin hemen ardından, 20 Temmuz 2016’da, başlayan yeni süreç 2017 Anayasa değişikliği ile kalıcı hale getirildi. Başka bir deyişle, bugün 28 Şubat Sürecinin bir devamı olan ‘’20 Temmuz Süreci’’ni yaşıyoruz. Bu süreçte, baştan beri amaçlandığı gibi, bir ‘’düşman’’ kesin olarak saf dışı bırakıldı, diğerinin de defterinin dürülmesi yakındır.
Şu var ki, bu Devlet projesinin icrası ‘’düşman’’ addedilenlerin canını acıtmakla kalmadı, daha büyük maliyeti aslında bütün bir topluma yükledi. O kadar ki, toplumun özgürlük ve demokrasi için yeniden ayağa kalkması artık çok zor! Gerçi böyle bir isteği olduğu da şüpheli ya! Şu ironiye bakınız: ‘’20 Temmuz Süreci’’ görünüşe göre ‘’28 Şubat’’tan daha ‘’demokratik’’ ve daha ‘’anayasal’’ olduğu halde, ne hikmetse ondan daha da acımasız.