Prof. Dr. Ionna Kuçuradi’yi bilenler bilir. Felsefe tahsil etmiş başka birçok meslektaşından farklı olarak, Kuçuradi “felsefeci” değil, filozoftur. Yani o, bütün mahareti daha önce başka filozofların söylediklerini aktarmaktan ibaret olan felsefe akademisyeni olmak yerine, felsefî düşünme becerisi geliştirmiş ve kendine ait “felsefesi” olan bir filozoftur. Ben onun kamusal siyasetle ilgili olarak kendine özgü felsefî yöntemle ulaştığı sonuçların tamamında kendisiyle mutabık olmasam da, bu onun filozof tarafını takdir etmemi engellemiyor.
Felsefe alanında Türkiye’nin övüncü olan Ionna Kuçuradi geçen Ağustos ayında bir gazeteye verdiği mülâkatta,okullarda felsefe eğitim-öğretimine ağırlık verilmesinin Türkiye’ye kazandırabilecekleri konusunda bana göre fazlasıyla iyimser açıklamalar yapmış. Nitekim, bu mülâkat facebookta şu başlık altında dolaşıyor: “Prof Ionna Kuçurad: Okullarda felsefe öğretsek 20 yıl sonra farklı bir Türkiye olur”.
Okullarımızda felsefe eğitiminin eksikliğini ben de Türkiye için ciddî bir kayıp olarak görüyorum ama yine de Kuçuradi’nin bu konuda aşırı iyimser bir beklenti içinde olduğu kanaatindeyim. Türkiye’de, felsefe tahsil etmiş olan herkesin gıpta edilecek bir zihinsel donanıma sahip olduğundan kuşkuluyum. Ne yazık ki, Türkiye’de “felsefe okumuş” olanların çok azı açık-fikirli ve felsefî düşünme yeteneğine sahip olan kişilerdir.
Bu konu bana hep Michael Oakeshott’ın “teknik bilgi” ile “pratik bilgi” arasında yaptığı ayrımı hatırlatır. Ona göre, teknik bilgi artiküle edilebilen ve onun için de formel yoldan öğrenilebilen ve ezberden tekrarlanabilen bir bilgi türüdür. Oysa, “pratik bilgi” artiküle edilemez, yazılı kurallara dökülemez. Bir kitaptan okunup öğrenilebilen değil, pratize edilerek “edinilen” veya “kazanılan”, beceri yönü ağır basan bir bilgi türüdür o.
Bence felsefe de kitaplarda anlatılan formel bilgiyi öğrenip ezberleyerek, özellikle de felsefe tarihini belleyerek öğrenilebilecek bir bilgi değil; esas olarak, kazanılacak veya edinilecek bir beceri veya yetenektir. Onun için, “felsefe eğitimi”nde sırf formel öğretim kurumlarına güvenmek pek akıl kârı bir iş değildir. Felsefe bölümlerinden mezun olanların felsefî düşünme yeteneğine sahip olacakları bence garanti değildir. Kuçuradi’yi bu meselede aşırı iyimser bulmam bundandır.
Ayrıca, Türkiye’de felsefe tahsili yapmış olanlar genelliklle öyle açık-fikirli, “aydınlanmış” filan da olmuyorlar. Kant’ın “aydınlanma” tarifine uyan “felsefeciler”in oranı felsefe tahsil etmemiş olanlardan çok da fazla değildir. Hatta kimi örneklerde “felsefeciler”in daha bağnaz oldukları bile vâkidir.
Felsefe akademisyenlierinin felsefî bir metni “felsefeci-olmayanlar”dan daha iyi anlayacaklarının da her zaman bir garantisi yoktur. Yıllar önce Yahya Tezel’in tavsiyesi üzerine Kuçuradi’nin “İnsan ve Değerleri” kitabını okumuş ve çok etkilenmiştim. Bu heyecanla ardından Etik’i de okudum ve hakkında “book-review” tarzı bir deneme (“Kuçuradi’nin Etik’i, 1989) yazıp yayımladım. O yıllarda, özellikle Kant okumalarım sayesinde, felsefe diline biraz aşinalığım vardı.
Her neyse, bir vesileyle yazıdan haberdar olan Prof. Kuçuradi beni (rahmetli Osman Okyar hocayla birlikte) bir akşam Çankaya’daki evinde bir tanışma yemeğine çağırdı. Yemekte ve sonrasında biraz sohbet ettik. Gözlerinde sevinç ve takdir karışımı bir hava vardı, yazımı çok beğenmişti: “Kitabı anlamışsınız, tebrik ederim.” Ama sonra, üzüntü ile hayıflanma arası bir ses tonuyla bana mealen şöyle dedi: “Oysa benim kimi felsefeci meslektaşlarım bile anlamamış onu.” Yanlış hatırlamıyorsam, kendi “çevresindeki” (Hacettepe Üniversitesi’ni değil, Türkiye Felsefe Kurumu’nu kastediyorum) bazı genç akademisyenleri kastediyordu.
Bana göre, bu anekdot baştan beri söylemeye çalıştığım şeyi doğruluyor: Bizatihi Kuçuradi’nin kendi gözlem ve değerlendirmesine göre, felsefe alanında akademik dereceler kazanmış olmak bile onun temel bir kitabını doğru anlamak için gereken yetenek ve donanıma sahip olmak için yeterli olmuyor.
Her şeye rağmen, Hocanın bu konuya dikkat çekmesi isabetli olmuş.
Mustafa Erdoğan, 6 Ekim 2016