Amerikalı iktisatçı ve siyaset bilimci Mancur Olson’a (1938-1998) göre, insanoğlunun anarşiden ‘’medenî’’ hayata geçişi ’’başıboş haydutlar’’dan ‘’yerleşik haydutlar’’a geçişin hikâyesi olarak özetlenebilir. Devletin henüz ortaya çıkmadığı çağlarda toplumlar yağmalama ve yakıp-yıkma saikiyle hareket eden serseri haydutların tasallutu altında idiler. Medeniyetle birlikte ise bu durumun yerini toplumu başıboş haydutlardan korumaya çalışan ama bunu iyilikseverliklerinden değil de sömürebilecekleri zenginliğin üretimini garanti etmek için yapan yerleşik haydutların sultası almıştır.[i]
Mancur Olson’un bu tezini sosyal ve siyasal felsefede devleti romantize eden görüşlere karşı çıkanlar için bir hareket noktası olarak alabiliriz. Devletçi romantizm terimi ile hem devletin kökeninin rızaya dayandığı, yani insanlar tarafından gerçek veya hipotetik bir sözleşmeyle kurulmuş olduğu görüşünü hem de devletin topluma hizmet etmek için var olduğuna ilişkin yaygın naif kanaati anlatmak istiyorum.
İlk görüşten başlarsak: Devlet hakkındaki romantik görüşe karşı çıkanlar devletin bir sözleşmenin değil, gerçekte zapt ve müsaderenin eseri olduğunu kabul ederler. Meselâ ünlü İskoç düşünür David Hume’a göre, devletler sözleşmenin değil cebir ve şiddetin sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Nitekim düşünür bir denemesinde şöyle diyor: ‘’Halihazırda mevcut olan veya tarihte kaydı olan hemen hemen bütün devletler başlangıçta halkın rızası veya gönüllü tabiiyeti olmaksızın ya gasp ya da fetih veya her ikisi üzerine kurulmuşlardır.’’[ii]
Devletin zapt ve müsadereden doğduğu tezinin en güçlü savunucusu Alman sosyolog Franz Oppenheimer’dır (1864-1943). Oppenheimer da devletin kökeninin sosyal sözleşme değil, yağma olduğunu savunmuştur. Daha sonraları liberteryen anarşist Murray Rothbard da aynı görüşü benimseyecektir. Oppenheimer’a göre: ‘’İnsanların geçimlerini sağlamak için ihtiyaç duydukları araçları elde etmek amacıyla başvurdukları birbirine tamamen karşıt olan başlıca iki yol vardır. Bunlar çalışma ve yağmadır; ilkinde kişi geçimini kendi emeğiyle sağlar, ikincisinde ise başkalarının emeğinin ürününe el koyar.’’ Düşünür ilk yolu ‘’ekonomik yöntem’’, diğerini ise ‘’siyasî yöntem’’ olarak adlandırmıştır. Kendisi için şartların uygun olduğu ve gücünün yettiği her durumda kişi hayatını idame ettirmek için siyasî yöntemi iktisadî yönteme tercih eder. Oppenheimer devletin tipik olarak siyasî yöntemin -yani yağmanın- örgütlenmesi olduğunu söyler. Böylece devlet başlangıçta bir grup insanın mağlup ettiği topluluk üzerinde kendi hakimiyetini kurduğu ve iç isyan ve dış saldırılara karşı kendisini güvence altına aldığı bir sosyal kurum olarak doğmuştur. Bu hakimiyetin amacı da yenilgiye uğratılanların ekonomik olarak sömürülmesinden başka bir şey değildi.[iii]
Devlete ilişkin liberteryen felsefenin temelinde de esas olarak aynı düşünce yatmaktadır. Nitekim Rothbard (1926-1995) ta devletin asla bir toplum sözleşmesiyle yaratılmış olmadığını, aksine ‘’her zaman fetih ve sömürüden doğmuş’’ olduğunu vurgulamıştır.[iv] Başka bir liberteryen düşünür Chandran Kukathas da devletin kökeninin adalet veya özgürlük, hatta düzen arayışıyla değil, şiddet yoluyla güç ve zenginlik arayışıyla ilgili olduğuna dikkat çekmiştir.[v]
Devlet romantizminin ikinci yönüne, yani devletin topluma hizmet için var olduğu görüşüne gelince, her nasılsa çok popüler olan bu görüşü de birçok düşünür dayanaksız bulmaktadır. Genellikle liberteryenler ile (gerek bireyci gerekse kolektivist kanadıyla) anarşist düşünürler tarafından benimsenen bu yaklaşıma göre, devlet aslında topluma hizmet eden değil, topluma karşı işleyen bir kurumdur. Amerikalı liberteryen Albert Jay Nock (1870-1945) bu düşünceyi şöyle dile getirmiştir: ‘’Devlet toplum karşıtı olarak yönetilen değil, bizatihi toplum karşıtı olan bir kurumdur. Devletin herhangi bir sosyal amaca hizmet etmek için doğduğu fikri tarihsel temelden tamamen yoksundur.’’[vi]
Liberteryen düşünürlerin devletçi romantizme sadece normatif gerekçelerle karşı çıkmadıklarının, yani bu karşı çıkışın tarihsel olgusal dayanaklarının da var olduğunun bir kanıtı olarak, konunun uzmanlarından Charles Tilly’nin çalışmalarına da işaret etmek uygun olur. Tilly’nin konuyla ilgili eserlerinde gösterdiği gibi, devlet topluma hizmet etmek şöyle dursun, kaynaklarını çekmek suretiyle toplumun sırtından geçinen parazitik bir organizasyondur.
Ondokuzuncu yüzyıl Fransız liberal düşünürü Frederic Bastiat (1801-1850) da devletin özünde toplumu yağmalayan bir kurum olduğunu düşünüyordu. Bu görüş kavramsal dayanakları bakımından Oppenheimer’ın devleti ‘’siyasî yöntem’’in -yani, yağma ve el koymanın- kurumsallaşması olarak açıklayan görüşüne çok benzemektedir. Tarihsel olarak Bastiat’nın daha önce geldiğini düşünürsek, belki de Oppenheimer’ın görüşünü Bastiat’nın görüşüne benzetmek daha doğru olur. Bastiat Hukuk (1850) adlı küçük dev eserinde insanların hayat ve mutluluk için zorunlu olan malları elde etmelerinin iki farklı yolu bulunduğunu anlatır ve bunlardan birinin kendi yeteneklerini doğal kaynakların üretken hale getirilmesi için kullanmak diğerinin ise başkalarının emeğinin ürünlerine el koymak olarak tanımlar. İnsanlar doğal olarak Zahmetli işlerden (yani çalışmaktan) kaçınmak doğal bir eğilim olduğu için, insanlar çalışmaktan daha kolay olduğu durumda yağmaya başvurmayı tercih ederler. Böylece, eğer yağmayı önleyecek bir hukuk yoksa devlet tipik bir yağma aracı veya mekanizması olarak işler.
Günümüzdeki özgürlükçü düşünürlerinden Chandran Kukathas (d. 1957) ta devletin anti-sosyal karakterini şu şekilde ifade etmektedir: Devlet kendi otoritesi altındaki grup ve bireylerin çıkarları arasında uyum sağlayan bir kurum değil, kendi ayrı çıkarları olan bir varlıktır. Devlet hiç değilse bir dereceye kadar [insana] yabancı bir güçtür; o insan yapımı olsa da [bir kere ortaya çıktıktan sonra] artık insanın kontrolünde değildir.’’[vii] Kukathas başka bir yerde aynı görüşü şu şekilde dile getirmiştir: ‘’Devlet ortak iyiliğe değil fakat belirli çıkarlara, özellikle de iktidardakilerin çıkarlarına hizmet eden bir aktördür. Onun esas derdi kendini idame ettirmek, temel araçları da eğitim, yeniden-dağıtım vaadi ve şiddettir; mamafih bu araçlara farklı rejimlerde ve farklı şartlarda değişik derecelerde başvurur. Devletin güvenlik endişesi de öncelikle toplumun güvenliği için değil fakat kendi güvenliği içindir.’’[viii]
Galiba Amerikalı yazar H. L. Mencken doğru söylemiş: ‘’Devlet gerçekte medenî insanın en büyük fiyaskosudur.’’ Öyle sanıyorum ki, daha medenî ve insanca bir hayat için ilk önce devletin hayırhah bir kurum olduğunu vazeden romantizmden kurtulmamız gerekiyor. (Politik Yol, 5 Temmuz 2023)
[i] Mancur Olson, Power and Prosperity, 2000.
[ii] David Hume, ‘’Of the Original Contract’’, 1752.
[iii] Franz Oppenheimer, The State, 1922/1908.
[iv] Murray Rothbard, Anatomy of the State, 2009/1974, s. 16.
[v] Chandran Kukathas, ‘’Libertarianism without Self-Ownership’’, Social Philosophy and Policy, 2020, s. 89.
[vi] Albert Jay Nock, Our Enemy, The State, 1935, s. 26; aynı yazar, ‘’The Criminality of the State’’, 1939.
[vii] Chandran Kukathas, ‘’A Definition of the State’’, University of Queensland Law Journal, 2014, s. 357.
[viii] Chandran Kukathas, ‘’Libertarianism without Self-Ownership’’, 2014, s. 81.