Tarihsel olarak Türkiye’nin Avrupa karşısındaki siyasî duruş veya tavrının baskın özelliği karşıtlık hatta düşmanlık olmuştur. Ancak bu dostça olmayan tutum ve onun sonucu olan ilişki biçimi zaman içinde değişikliğe uğrayarak bir ‘’öykünme’’, ulaşılması gereken örnek modele benzeme arayışına evrilmiştir. Elbette bu evrimin gerçekleşmesi çok uzun, yüzyılları bulan bir zaman almıştır. Böylece, aşağı yukarı 19. yüzyıl başlarından itibaren Türkiye’nin siyasî ve hukukî modernleşme sürecinin örnek modeli (‘’nümûne-i imtisali) Avrupa uygarlığı olmuştur.
Osmanlı devletinin o zamanki konjonktürde böyle bir tercihte bulunmuş olması yanlış bir karar olmamakla beraber, köklü bir dönüşümün değil de şartların zorlamasıyla ister istemez yönelinen bu siyasî modernleşme çabasının başarısı bir hayli sınırlı olmuştur. Daha açık bir deyişle, Osmanlı siyasî elitini Avrupa uygarlığına katılma amacını içermeyen bu tercihe sevk eden ana saik ‘’devletin bekası’’nı garanti etmek endişesi idi.
Buna karşılık Cumhuriyet modernleşmesi aynı beka kaygısını koruyarak kültürel Batılılaşmayı da hedeflemiş görünmekteydi. Ne var ki, gerçekte bu girişim de ağırlıklı olarak Avrupa’nın siyasî kurumları ve hayat tarzıyla görüntü benzerliği sağlamak üzerinde odaklanan bir çabaydı; yoksa dünya görüşü ve hayat algısı bakımından zihniyet, tutum ve davranış değişimini öngören sahici bir Batılılaşma/Avrupalılaşma iradesini yansıtmıyordu.
Belirtmek gerekir ki, Türkiye ile Avrupa arasındaki sözünü ettiğim siyasî gerilim ve karşıtlık Türklerle Avrupalıların kendilerini birbirine düşman olmaya adeta mahkûm eden jeo-stratejik konumlanışlarının sırf bir yansımasından ibaret de değildi. Bu karşıtlık ve husumetin arkasında tarafların kültür ve uygarlığa ilişkin kökten farklı anlayış, değer ve tecrübeleri yatmaktadır. Din farklılığı elbette bu farklılığın başta gelen dinamiklerinden birini oluşturmaktadır; Müslümanlık nasıl ki Türkiye’nin kimliğinin omurgasını oluşturmakta idiyse, Hristiyanlık ta aynı şekilde Avrupa kimliğinin kurucu, hatta tanımlayıcı bir unsuruydu ve iki taraf için de halâ da öyledir.
Ama o zaman da bugün de Avrupa’yla ilişkimizde karşı karşıya bulunduğumuz meselenin bundan ibaret olduğunu sanmak ta yanıltıcıdır. Dinsel farklılıkla tamamen ilgisiz olmamakla beraber, bu konuda daha esaslı olan çatışmacı dinamik Türkiye ile Avrupa arasındaki dünya görüşü ve hayat tarzı farklılığından beslenmektedir. Nitekim, özellikle Cumhuriyet dönemi reformlarında kendisini gösteren modernleşme sürecinin bir sonucu olarak seküler hayat tarzı Türkiye’nin sosyo-kültürel yapısının önemli bir unsuru haline gelmesine rağmen, iki dünya arasındaki genel uyumsuzluğu ortadan kaldırmış değildir.
Altmışlı yıllardan itibaren Avrupa’daki göçmen Türklerin bulundukları ülkelerde genel topluma uyum sağlamada çok ciddî sorunlarla karşılaşmaları, hattı bazı örneklerde uyum veya entegrasyona direnmeleri kısmen bunun bir göstergesidir. Gerçi Avrupa’daki göçmen Türklerin yaşadıkları entegrasyon zorluklarının büyük ölçüde onların sosyo-ekonomik ve kültürel olarak Türkiye toplumunun alt tabakalarından gelmelerinden kaynaklandığı haklı olarak düşünülebilir. Ne var ki, bugünkü Türkiye toplumunun genel olarak sosyo-kültürel yapısının da ‘’Avrupalı’’ veya ‘’Batılı’’ bir manzara göstermediği de açıktır.
Gerçekten de en başta sosyo-kültürel olarak Türk kimliği ile Avrupa kimliği arasında uzlaşmaz görünen ciddî farklılıklar vardır. Temel değer tercihleri ve davranış kodları, dünyaya ve hayata bakış ve hayatını idame ettirme pratikleri bakımlarından Türkler Avrupalılardan karşıtlık derecesinde farklıdır. Tevekkülcülük ve değişime direnme, uzlaşma ve ortak nokta arayışından çok gerilim yaratma veya gerilimi artırma, farklı olandan hazzetmeme, nimetsiz külfet arayışı, parazitik ve yağmacı hayat tarzı Türk kültürünün baskın özellikleri arasındadır. Yüzyıllara dayanan bir geçmişten gelen üretken değil, yağmacı kültürün kalıntıları günümüz Türkiye’sinin müsadereci uygulamalarında devam etmektedir.
Sosyo-politik açıdan bakıldığında, geleneksel olarak Türkiye’nin siyasî birlik tasavvuru ve kurumlarını örgütleme tarzı da Avrupa’nınkinden çok farklıdır. Bizim tarihsel tecrübemizde Ortaçağ Avrupa’sındakine benzer bağımsız şehirlerin oluşmasını mümkün kılan şartların oluşması şöyle dursun, toplumun devlete bağımlılığı yerel inisiyatif ve özerkliğin gelişmesine imkân vermemiş, bu da genel olarak katı merkeziyetçi yönetimi ve aşırı birlikçi bir siyasî yapılanmayı doğurmuştur. Türkiye halkı aşağıdan yukarıya doğru teşekkül etmiş, varlık ve devamı bakımından siyasî otoriteden nispeten özerk olan ve mülkiyet güvencesine dayanan, piyasa dinamiğine sahip bir (sivil) toplum geleneğinden yoksundur. Yine Avrupa’dan farklı olarak bizim toplumsal-kültürel geleneğimizde rıza ve sözleşme fikirlerinin de sağlam bir temeli yoktur.
Bu arada, Türkiye’de tarihsel olarak olduğu gibi bugün de toplumun velinimeti esas olarak devlettir. Bu gerçeğin de etkisiyle, bizde devlet baskısına direnme kültürü pek oluşmamıştır. Türkiye’de özgürlüğün değerinin takdir edildiği ve yerleşik bir kazanım olduğu da pek söylenemez. Dahası herkes zaman zaman ‘’Adalet mülkün temelidir’’ dese de, yağmacı ve el-koymacı geleneğimiz yüzünden adalet de bizim toplumumuzun tutarlı ve ilkesel bir değeri değildir.
Öte yandan, Türkiye ile Avrupa arasındaki benzemezlik sadece kültür ve hayat tarzı farklılığından ibaret de değildir. Siyaset iki dünya arasındaki esaslı farklılığın daha kolay aşılabileceği bir alan olmasına rağmen, iki yüzyılı aşan modernleşme çabalarına rağmen Türkiye siyasî ve hukukî kurumlarını da tam olarak Batılı standartlara intibak ettirememiştir. Başka bir deyişle, Türkiye siyasî ve hukukî kurumları bakımından da halâ Batılı olmaktan uzaktır. Bu gerçek siyasî ‘’üst yapı’’nın kültürel ‘’alt yapı’’dan bağımsız olmadığını, aksine büyük ölçüde onun tarafından belirlendiğini Türkiye örneğinde teyit eden yeni bir örnektir.
Elbette bütün bu hususların hepsinde Türkiye ile Avrupa arasında mutlak bir karşıtlık olduğunu iddia etmiyorum. Ama dereceleri farklı da olsa bu benzemezlik ve uyumsuzlukların toplam etkisinin Türk kimliğini Avrupa kimliğinden ciddî ölçüde farklılaştırdığı açıktır. Bu nedenle, bugün siyasî, askerî ve stratejik ‘’zorunlulukları’’ nedeniyle Batı dünyasına yakın dursa da, Türkiye’nin görülebilir gelecekte sahici anlamda Avrupalı olma şansı yoktur.
Tabiatıyla, bu gerçekten herkesin kendi dünya görüşüne ve hayata bakışına göre çıkaracağı sonuç(lar) farklı farklıdır. Yaptığım tespit ve değerlendirmelerinin hakikate uygun olması durumunda, bu satırların yazarı olarak benim elbette kimseye buna üzülmesi mi yoksa sevinmesi mi gerektiğini buyurma hakkım yoktur. Yine de bana öyle geliyor ki, her halükârda bu durum ‘’Türkler’’ olarak bizim müspet hanemize yazılacak bir puan değildir. (Diyalog, 8 Haziran 2025)