Üniversiteler, herhangi bir fiilî baskı veya baskı korkusu/endişesi altında olmaksızın bilginin özgürce arandığı “özgürlük adaları”, bilginin “kurtarılmış bölgeleri”dir. Üniversitenin meslek mensubu –yani akademisyen- de görüş ve tecessüs ufku evreni (universe) kuşatan bilgi arayıcısıdır. Bilim adamının işi “evrensel” (üniversal) hakikati aramak ve gerektiğinde yüksek sesle haykırmaktır. Akademisyen bunu yaparken kendisini o an için cismanî olarak konuşlanmış olduğu yeryüzü parçasının (“ülke”sinin) kültürel, entelektüel ve siyasî sınırlarıyla bağlı saymayan, kendini her halükârda evrenin (universe) bir mensubu olarak gören kişidir. Bundan dolayı, bilgi ve hakikat arayışını evrenden daha dar bir mekâna inhisar ettiren, duygu ve düşüncesini bu sınırlı aidiyetle kayıtlayan kişi bilim adamı değildir.

Şüphesiz, bilim adamı da resmî-hukukî anlamda bir “yurttaş” olduğu için, onun da elbette diğer yurttaşlar gibi birtakım meşru ve makul yükümlülükleri olabilir. Ne var ki, bilim adamının bilimsel faaliyet esnasında tanıdığı bir tek meşru otorite vardır, o da bilginin otoritesidir. Onun içindir ki iktidar sahiplerinin otoritesine göre kendine yol bulmaya çalışan “yoldan çıkmışlar”a bilim adamı denemez. Yine aynı nedenle, “resmî ideoloji memurları”ndan ve “ulusal çıkar” misyonerlerinden de bilim adamı olmaz, olmuyor da.

Bazılarımızın aklına, akademik mesleğin alfabesi mesabesinde olan bu evrensel doğruları tekrarlamaya bile gerek olmadığı gelebilir. Ne var ki, Türkiye söz konusu olduğunda durum hiç de böyle değildir, tam tersine Türkiye’de bunları sık sık hatırlamak ve hatırlatmak kesinlikle bir ihtiyaçtır. Çünkü, sadece iktidar (sahici iktidardan söz ediyoruz) sahiplerinin değil, hatta onların üniversite içindeki bilim adamı suretli uzantılarının bu meselede aldıkları tutum, üniversite sorununa resmî bakışın bu belirtilen standartlarla hiç ilgisi olmadığını, dahası böyle bir üniversite kavramının o çevrelerce en hafifinden karabasan olarak görüldüğünü göstermektedir.

Şimdi, Milli Eğitim Bakanı bu konuda gayet yararlı, üstelik cesaret isteyen bir girişimde bulunmuş ve üniversite sistemimizin kısmen ilkeler, ama daha ziyade kurumsal yapılanma düzeyinde yeniden ele alınması meselesini tartışmaya açmıştır. Bunun “hayırlı” bir girişim olduğu şuradan da bellidir ki akademik özgürlüğü ve özerk üniversite idealini önemseyen herkes kurulduğundan beri YÖK sisteminden şikâyetçidir. Merkeziyetçi yapısı ve ona hâkim olan komutacı zihniyeti göz önüne alındığında, bu baştan beri haklı bir şikâyetti. Bu girişim ayrıca cesaret gerektiriyordu; çünkü statükoyla böylesine özdeş hale gelmiş, “Devletin mahfuz alanı”na dahil ve her nasılsa parlamentoya bile meydan okuyabilen (akademik özgürlüğü savunmak konusunda değil tabiî) bir kurumu reforme etmeyi gündeme getirmek gerçekten cesaret isteyen bir iştir.

Halihazırdaki yapısı itibariyle, YÖK sisteminin antidemokratik ve hiyerarşik bir yapılanma olduğunda şüphe yok. Bu yapının amacı üniversiter anlamda bilimsel bilgi üretimini bağımsız ve güvenceli bir faaliyet haline getirmek olmayıp, tam tersine üniversiteleri “Devlet”in tedip ve terbiye aracı veya “ideolojik aygıtı” olarak görmek ve onlara bu anlayışla kumanda etmektir. Bu sistemin arkasındaki zihniyet üniversiteleri resmî ideolojinin şablonuna uygun insan tipi “yetiştirme yurtları” olarak görmektedir.

YÖK’ün halihazırdaki başkanı Kemal Gürüz’ün tipik bir temsilcisi olduğu hâkim anlayış ve uygulamada üniversiteler özgür araştırmanın değil, “Devlet”in ve onun ideolojisinin kurtarılmış bölgeleridir. Bu sistemde öncelik “evrensellik”, “bilim”, “akademik özgürlük” gibi değerlerde değil; devlet, rejim, resmî ideoloji ve güvenliktedir. Nitekim Kemal Gürüz de kendisini özerk üniversite düşüncesinin temsilcisi ve sözcüsü olarak değil de devletin üniversite komiseri olarak görüyor.

Türkiye’de gerçekten “üniversite” olsun istiyorsak, her şeyden önce devlet erkânının bu zihniyeti terk etmesi gerekiyor. Bunun da somut göstergesi üniversitelerin ideolojik eğitim ocağı olmaktan çıkarılarak, hem akademisyenlerin hem de öğrencilerin bilgiyi özgürce araştırdıkları, düşünme ve sorgulama yeteneklerini geliştirdikleri özgürlük mekânları haline dönüştürülmesi alacaktır. “İdeolojik üniversite”de ne akademik özgürlük olur ne de –dolayısıyla- fikrî yenilenme veya yeni fikir.

Öte yandan, üniversiteleri devletçi paternalizmin sultasından da kurtarmalıyız. Bu da her şeyden önce, özgür araştırmadan korkmamayı ve üniversite mensuplarının kendilerini yönetebileceklerini, kendi işlerini görebileceklerini kabul etmeyi gerektiriyor. Bu nedenle, meselâ özellikle akademik işleri yürütecek olanlar bakımından seçim ilkesinin ciddiye alınması ve bu arada bugünkü “rektör seçimi” adı altında oynanan müsamereye de son verilmesi gerekiyor. Buna bağlı olarak, idarî ve akademik işlerin daha belirgin bir şekilde birbirinden ayrılmasına ihtiyaç var. Ayrıca, hem öğretim üyesi olmayan öğretim elemanlarının (asistan, okutman vb.) hem de öğrencilerin üniversite yönetimine katılmasını sağlamalıyız. Sonra, her konuda, ama özellikle de akademik işlerde, ana karar birimlerinin fakülteler ve üniversiteler olması gerekiyor, merkezî organlar değil.

Başka bir önemli üniversite meselesi de, öğretim üyelerine ilişkin mevcut sicil ve disiplin anlayışıyla ilgilidir. Bir kere, akademisyen bir idare ajanı değildir ki, onun için sicil tutulması gereksin. Bir bilim adamı için tutulması gereken kayıt (sicil) sadece onun akademik performansıyla ilgili olan resmî ve açık bilgilerdir ki bu da zaten onun kariyerinin çeşitli aşamalarında elde ettiği akademik ünvanların ve yaptığı bilimsel yayınların bilgisinden başka bir şey olamaz. Öte yandan, halihazırdaki disiplin anlayışı iki bakımdan sakattır: Birincisi, akademik personelle idarî personelin aynı disiplin mevzuatına tâbi tutulmasıdır. Meselâ, bir memur için anlamlı olabilecek “amirlerine sözle saygısızlık etmek” disiplin suçunun bilim adamlarının durumuna uymadığı çok açıktır. Çünkü, bir öğretim üyesinin dekan veya rektörle tartışma yapmasını, münakaşa etmesini engelleyen böyle bir kuralın olduğu yerde akademik özgürlük tehlike altındadır. İkinci nokta, carî disiplin mevzuatında hâkim olan kışla mantığıyla ilgilidir. O kadar ki, bizim disiplin yönetmeliğimizin adını değiştirerek pekalâ askerî bir karargâh veya birlikte uygulayabilirsiniz.

Üniversitelerin acil ihtiyaçlarından biri, yetenekli ve donanımlı öğrencileri akademik mesleğe yönlendirecek bir müşevvik sisteminin kurulmasıdır. Buna bağlı olarak, bilim adamı yetiştirmeyi üniversite meselesinin ilk gündem maddelerinden biri olarak düşünmeliyiz. Mevcut ücret sistemi ve lisans üstü öğrenim için günden güne düşürülen standartlar (özellikle yabancı dil bilgisi bakımından) birlikte düşünüldüğünde, bugünkü durumda “üniversite” denmeyi hak eden kurumlar bile orta vadede çökme tehlikesi altındadır. Mesleğe yeni başlayan bir elemanın eline geçen ücretin, aile desteği olmayan yetenekli ve bilgisel bakımdan donanımlı gençleri üniversiteye çekmesi mümkün değildir. Eğer Türkiye’nin geleceğinde üniversite diye bir şey olacaksa, halli gereken temel meselelerden biri de budur.

Üniversitelere merkezî yoldan öğrenci yerleştirmekten de vaz geçmeliyiz. Bütün adaylar için zorunlu, objektif kriterlere dayalı merkezî bir sınav sistemini muhafaza etmek uygun olabilirse de, ondan sonraki aşamada öğrencilerin üniversitelere yerleştirilmesi ruhsuz bir merkezî kumanda sistemiyle olacak iş değildir; buna öğrencilerin ve ilgili üniversitelerin kendilerinin karar vermesi gerekiyor. Bugünkü sistemde, binlerce, hatta onbinlerce öğrenci hiç istemediği –ve muhtemelen performansının düşük olacağı- fakülte veya bölümlere kaydolmak zorunda kalmaktadır.

Nihayet, yüksek öğretimin finansmanı meselesi de yeniden düşünülmelidir. Genel olarak eğitim ve öğretime daha fazla kaynak ayrılması gerekiyor. Bununla beraber, herkes için bedava yüksek öğrenim de adaletsizdir. Üniversite zorunlu bir tahsil değildir; bu nedenle malî durumu elverişli olanlardan hizmetin karşılığının alınması, buna karşılık üniversite tahsilini finanse edemeyecek olanlara geri dönüşlü kredi –ama gerçekten işe yarar miktarda bir kredi- verilmesinden başka yol yoktur. Bugünkü öğrenci kredisinin neredeyse hiçbir işe yaramadığını herkes görüyor ve biliyor. (Radikal, 22 Ocak 2003)

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir