Toplumu devletin müdahalesine karşı korunması gereken ve kendi-kendini düzenleyen bir alan olarak gören “klâsik” sivil toplum teorisine karşı, 19. yüzyılda Hegel ve Marx’ın temsil ettiği ve sivil toplumun iç çelişkilerini vurgulayarak bunların çözümünü siyasî alanda bulan alternatif bir anlayış ortaya çıktı.

Hegel, sivil toplumun amacının ancak Devlet içinde tam olarak gerçekleşeceğini ileri sürmekle, sivil toplum kavramının özerkliğini ortadan kaldırdı. Ona göre, sivil toplum kendi başına doğal ve insani bir durum değildi ve sivilliğin korunması devletçe düzenlenip gözetilmesine bağlıydı. Sivil toplum kendi kendine yeterli olmadığı için devlet ortaya çıkardı.

Marx ise Hegel’den farklı olarak devleti sivil toplumun üstünde değil onun bir türevi olarak görüyordu. Ona göre, sivil toplum esas olarak mülkiyet ilişkilerine dayanan burjuva düzeninin kendisiydi; onun için de devlet faaliyeti hâkim sınıfın çıkarlarına hizmet ederdi. Sivil toplumun çelişkileri ise ancak devletin ortadan kalktığı, sosyal ve siyasî hayatın yeni ahlâkî birliği içinde aşılabilirdi.

Aslına bakılırsa, bu alternatif görüşlerin sivil toplum teorisi olmadıkları bile iddia edilebilir. Nitekim, Hegel’ci tez en sonunda devletin toplum karşısında yüceltilmesiyle sonuçlanmaktadır. Marx ise, taşıdığı çelişkilerin, esas olarak ekonomik ilişkilere indirgediği sivil toplumun sonunu getireceğini düşünüyordu.

Oysa, sahici bir “sivil toplum” teorisinin toplumu özerk bir varlık alanı olarak görmesi, onu “sivil” yapanın ne olduğunu açıklaması ve bunu ekonominin ötesine geçerek yapması beklenir. Onun için, bu gelenek içinde sivil toplum teorisine asıl katkıyı, sivil toplumun siyasî toplumdan farklı ilkelere dayandığını ve onun sadece ekonomik ilişkileri değil fakat manevî ve entelektüel hayatı da kapsadığını söyleyen Gramsci’nin yaptığı söylenebilir. Gramsci’ye göre, tahakküme dayanan siyasi toplumdan (devlet) farklı olarak, sivil toplum rızanın üretildiği alandır.

Günümüzde “klâsik” sivil toplum geleneğine en yakın duran klâsik liberalizm olmakla beraber, “sivillik”in klâsik liberalizmin bireyci öncüllerinden türetilemeyeceği ileri sürülmüştür. Gerçi, Loren E. Lomasky’nin yazdığı gibi, ahlâkî iddiasını minimum düzeyde tutmak ve belli bir sivil örgütlenme tarzını öngörmemek suretiyle, klâsik liberalizmin sivil toplum için geniş bir alan bıraktığı doğrudur. Refah devleti kurumlarının en büyük maliyetinin gönüllülüğün yerini zorlayıcılığın almasına yol açması olduğu da doğru olabilir.

Ne var ki, devletten bağımsız, kendi-kendine yeter bir düzen oluşturan çoğul kurumların varlığı sivil toplum için zorunlu olsa da, “sivik ruh”un temellendirilmesi için yeterli değildir. Klâsik liberalizmin, meselâ “sivil toplum”u siyasî bilincin karakterize ettiği bir yurttaşlar toplumu olarak gören Habermascı teze uzak düştüğü açıktır. Ama eğer “sivik ruh” derken kastettiğimiz “toplumun diğer üyelerinin onuruna saygılı olmak” ve “ortak iyi”yi önemsek ise, bu pekalâ klâsik liberalizmle bağdaşabilir.

Onun için, klâsik liberaller şöyle diyebilirler: Sivil toplum kamusallıkla aynı şey değildir. Kaldı ki, özgür kamusal tartışma ve “ortak iyi”yi arama da ancak başkalarının onurunu tanımanın göstergesi olan sivil özgürlüklerin güvence altında olmasını gerektirir. Ayrıca, De Tocqueville’nin 19. yüzyıl Amerika’sında tespit ettiği “ortak amaçlar için bir araya gelme sanatı”nın gelişmiş olmasını da… (Star, 11 Temmuz 2009)

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir