Kıbrıs sorunundan en son bir buçuk ay önce Türkiye’nin dış politikasındaki yeni yönelimler bağlamında söz etmişim. Özetle, Türkiye’nin Kıbrıs’ta statükonun devamından, yani çözümsüzlükten yana olduğuna ve ‘’çözümsüzlüğün Kıbrıs Türkleri tarafından da sahici bir çözümmüş gibi algılanmasını sağlamak için uğraş’’tığına dikkat çekmiştim. Son gelişmeler gösteriyor ki, Türkiye’nin geçen sonbahardaki KKTC cumhurbaşkanlığı seçimine yaptığı müdahale bu yönde atılmış kritik bir adımdı.
27-29 Nisan tarihlerinde BM Genel Sekreteri’nin nezaretinde garantör devletlerin de katılımıyla Cenevre’de yapılan son toplantıda ortaya çıkan nahoş durum, bu adımın aynı zamanda Kıbrıs meselesinde bir dönüm noktası olacağını da göstermektedir. Çünkü, Türkiye’nin ve onun ikna ettiği anlaşılan KKTC yönetiminin Kıbrıs politikasında köklü bir değişiklik yapma peşinde oldukları anlaşılmaktadır. KKTC Cumhurbaşkanı Tatar’ın ‘’yeni bir sayfa ve yeni bir siyaset’’ temeli üstünde ‘’tarihî bir adım attıkları’’nı söylerken kast ettiği bu olsa gerektir.
Nitekim, Cenevre’deki gayrı resmî görüşmeler Kıbrıs Türk tarafının sunduğu alışılmadık öneri paketi nedeniyle BM Genel Sekreteri Antonio Guterres tarafından sonlandırıldı. Guterres ‘’resmî müzakerelerin başlaması için yeterli zemin bulamadıkları’’nı açıkladı. Türk tarafının önerilerinin beklenmedik olduğu şuradan da belli ki, toplantıya Cumhurbaşkanı Tatar tarafından davet edilen muhalefet partilerine mensup milletvekilleri bile bu önerilerden daha önce kendilerinin haberdar edilmediklerini açıkladılar.
Türk tarafının sürpriz önerisinin ne olduğuna gelince, KKTC Cumhurbaşkanı Tatar’ın müzakerelere başlanmasının ‘’Güvenlik Konseyi’nin KKTC’nin egemenliğini tanıması ve masadaki statüsünü Kıbrıs Rum Liderliğinin statüsüne’’ yükseltmesine bağlı olduğu yolundaki sözleri bu konuda bir fikir vermektedir. Tatar aynı açıklamasında ‘’yıllardan beri hep federal temelde bir anlaşma için uğraşıldığı’’ndan yakınmakta ve bu bağlamda Annan Planı’na da atıfta bulunmaktadır. Tatar’a göre, ‘’bir anlaşma olacak diye Kıbrıs Türk Halkından kendi devletinden vazgeçip Kıbrıs Cumhuriyeti’ne yama olması’’ beklenemez. Onun için, Güvenlik Konseyi’nin, başta ‘’Kıbrıs’ta iki ayrı devletin bulunduğu’’ olmak üzere var olan gerçekleri dikkate alması gerekir.
Bu açıklamalar Türkiye’nin ve KKTC yönetiminin ‘’iki kesimli, iki toplumlu bir federasyon’’ tezinden vaz geçmiş olduklarını gösteriyor. Türk Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu bu politika değişikliğini daha net ve kesin bir şekilde dile getirmiş: ‘’Hem biz hem de sayın Tatar federasyon defterini 2017’de kapattığımızı hatırlattık.’’ Yeni politikanın ne olduğunu da KKTC Cumhurbaşkanı sayın Tatar’ın sözlerinden anlıyoruz: ‘’iki tarafın eşit egemenliğinin tanınması’’, dolayısıyla ‘’iki devletli çözüm’’. Halkçı Parti Genel Başkanı sayın Özersay’ın belirttiği gibi, iki tarafın eşit egemenliğinin tanınması talebi bir bakıma KKTC’nin tanınması anlamına geliyor. Tatar da Kıbrıs’ta iki ayrı devletin bulunduğu ‘’gerçeği’’ne dikkat çekerken bunu kast etmektedir.
Ne var ki, sayın Tatar’ın Birleşmiş Milletler organlarına ve diğer ilgililere yaptığı ‘’gerçekçi’’ davranma çağrısıyla en başta kendisi –ve tabiî Türkiye de- tutarlı davranmamaktadır. Cumhuriyetçi Türk Partisi Genel Başkanı sayın Erhürman’ın da dediği gibi, ‘’uluslararası konjonktüre bakıldığında bunun gerçekleşmeyeceği zaten malûm’’dur. Federasyon seçeneğinden vaz geçip KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak tanınması, pratik sonucu itibariyle, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye Cumhuriyeti’nin bir parçası haline gelmesi demektir. Bunun BM’nin, Kıbrıs Rum kesimi ile Yunanistan’ın ve Avrupa Birliği’nin kabul edebileceği bir çözüm olmadığı açıktır. Uluslararası toplumun da böyle bir ‘’çözüm’’e destek vereceğini beklemek gerçekçi değildir.
Bu arada, sayın Tatar’ın ‘’Kıbrıslı Türklerin kendi devletine, egemenliğine sahip çıktıkları, self-determinasyon hakkını kullanarak bu noktaya geldikleri’’ şeklindeki sözüyle ilgili olarak da bir noktayı vurgulamaya ihtiyaç duyuyorum. KKTC Cumhurbaşkanının bu ifadesinde varsayıldığının aksine, ‘’self-determinasyon’’ hakkı ile bağımsız devlet olma arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Bu hak toplumların- özellikle de tarih ve coğrafyanın ortak bir kadere adeta mahkûm ettiği toplumların- aralarında eşitlik temelinde bir federasyon kurmaları yoluyla da pekâlâ kullanılabilir.
Kaldı ki, Kıbrıs sorununun çözümü söz konusu olduğunda mesele sadece gerçekçi davranmak ta değildir. Meselenin en az bunun kadar önemli olan diğer yönü, hangi çözümün Kıbrıs Türk halkının yararına olacağıyla ilgilidir. Bu açıdan bakıldığında, daha önceki yazıda açıkladığım gibi, medenî dünyadan soyutlanmış ve en hafifinden Türkiye’nin vesayeti altındaki ‘’bağımsız’’ bir devletin Kıbrıs Türklerine, Avrupa Birliği’nin de üyesi olan uluslararası toplumun meşru bir aktörünün –federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nin- eşit kurucu ortağı olması seçeneğinden daha yararlı olacağını sanmıyorum.
Bu arada, Kıbrıs’ta iki halkın eşitliğine dayalı iki bölgeli federasyon hedefinin terk edilmesi Türkiye’de en çok ulusalcı-Avrasyacı çevreleri memnun etmektedir. Kıbrıs meselesinin ‘’Doğu Akdeniz’deki gelişmeler ve enerji rekabetiyle birlikte’’ ele alınmasını ve ‘’Avrasyacı güçlerin desteğini almak için çaba gösterilmesi’’ni öğütleyen ulusalcı-Avrasyacı çevreleri…
Kanaatimce, Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğini Kıbrıs’a uzatmak anlamına gelen Kıbrıs politikasındaki bu sapma Doğu Akdeniz’de macera peşinde olan ulusalcı-Avrasyacı kanadı hoşnut etse de ne Türkiye’nin ne de KKTC halkının yararınadır.
(Diyalog, 3 Mayıs 2021)