Türkiye’nin 2013 sonlarından itibaren içine girmiş bulunduğu ve 15 Temmuz’dan sonra iyice sıkışmış olan uğursuz kıskaçtan bir an önce kurtulmak zorunda olduğuna şüphe yok. Ne var ki, maalesef ufukta halâ bir ümit ışığı görünmüyor. Geçen ay yapılan Anayasa değişikliği referandumuna bağlanan ümitler de ne yazık ki sönmüş durumda. Ülkemiz gerçekten de zor günlerden geçiyor ve kısa vadede bu durumu atlatıp atlatamayacağımızı da bilmiyoruz.
Zorluklar çok boyutlu. Öncelikle, başta hukuk ve adalet olmak üzere, insanîlik ve medenîliğin hemen hemen bütün göstergelerinde Türkiye bir hayli gerilemiş durumda. Bu cümleden olmak üzere, zaten zayıf olan yargı bağımsızlığının ve âdil yargılamanın son kırıntıları da tarih olmak üzere. Devlet bu topraklarda hiç tarafsız olmamıştı, şimdi de değil; AKP iktidarında resmî ideolojinin sadece kimliği değişti ama varlığı ortadan kalkmadı. Eskiden başka bir dünya görüşü ve ideolojiden yana taraftı devlet, şimdi başka bir ideolojiden yana taraf. Devlet yine kutsal, gündemini yine “hükmet-i hükûmet” ve “ulusal güvenlik” belirliyor. Bütün bunlara, medenî bir yönetimin asgarî gereği olan liyakat temelli ve kurallar çerçevesinde işleyen kamu yönetiminin yerini, kişisel sadakate dayalı keyfî yönetimin almasını da eklemek gerek.
Özellikle 15 Temmuz 2016’dan buyana keyfî olarak tutuklanan, hapsedilen, işinden atılan veya mal-mülküne el konulan Türkiye yurttaşları olarak biz bu medeniyetsizlik ve özgürlüksüzlük durumunu zaten bilfiil yaşıyoruz da, ayrıca “dünya âlem” de bunu görüyor, biliyor. Sadece Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği kurumları değil, diğer uluslararası resmî ve sivil kuruluşlar da ülkemizin zaten pek de iç açıcı olmayan hukukun üstünlüğü ve insan hakları sicilinin gitgide daha da bozulmakta olduğunu tekrar tekrar hatırlatma ihtiyacı duyuyorlar.
Bu istenmedik durum, en başta, AKP’nin “FETÖnün tasfiyesi” adı altında üniversiteler ve yargı dahil bütün kamu kurumlarını kendisinden olmayanlardan temizleme ve bu arada medyayı da içerecek şekilde sivil toplumu devlet vesayeti altına alma amacı gütmesinin eseridir. Bunda ayrıca AKP iktidarının “olağanüstü hal”i hukuk çerçevesinde işleyen anayasal bir yönetim olarak değil de anayasa ve hukuk dışı “istisnaî” bir rejim olarak anlayıp uygulaması da etkili olmaktadır.
Ekonomik göstergelerin kötüleşmekte olması da küçük bir azınlık dışında herkesin hayatını zorlaştıran başka bir etken. Ekonomi durgun; üretim artmıyor, refah geriliyor. İnşaat sektörü dışında bir canlılık gözlenmiyor ekonomide, ki o da doyum noktasına gelmiş sayılır. Enflasyon yeniden çift rakamlı sayılara yükseldi, işsizlik had safhada. Ücretlilerin üstündeki vergi yükü giderek büyüyor. Popülist kamu yatırımlarının artık karşılıksız para basılması yoluyla finanse edileceğinden söz ediliyor. Bütçe açığı ekonominin kaldırabileceği sınırı aşmış durumda, kamu maliyesi batmanın eşiğinde.
En az bunlar kadar kaygılanmamız gereken başka bir nokta da, yaşadığımız siyasî baskıya son zamanlarda iyice keskinleşen toplumsal kutuplaşmanın da eşlik ediyor olması. Anayasa referandumundan sonra toplumun ortadan ikiye bölünmüşlüğü maalesef daha da pekişmiş durumda. Hem baskının hem de kutuplaşmanın yarattığı gerilim toplumsal barışı da ciddî olarak tehdit ediyor. Toplumun iki karşıt kesimi arasında güven neredeyse tamamen kaybolmuş durumda. Bu, sadece birbirine yabancı olanlar arasında değil, akrabalar arasında bile neredeyse böyle maalesef. Referandumun sonucuna bağlı olarak iktidarın kutuplaşmayı azaltıcı yönde bir tutum değişikliğine gidebileceğine dair beklentiler de şimdilik karşılık bulmuş görünmüyor. Üstelik, bu durumun yakın gelecekte değişeceğine dair de pek bir işaret yok.
Şimdi zorluk şurada ki, Türkiye’nin hem bu çıkmazdan kurtulması, hem de bunu barışçı-demokratik yoldan yapması gerekiyor. Bu ise sadece muhtemel bir demokratik muhalefet hareketinin tek başına başarabileceği bir şey değil. Hatta bu konuda sorumluluk öncelikle iktidara düşmektedir. Ne kadar zor olsa da, hepimizin iyiliği için AKP’nin bu sorumluluğu üstlenecek şekilde kendisini toparlaması, kendisine gelmesi gerekiyor.
Bugünkü şartlarda Türkiye’nin yeniden normalleşmesi, normalden uzaklaşmanın fâilinin katkısı olmadan kolayca başarılamaz. Öyle ya da böyle, muhalefetin de aynı zamanda muhafazakâr tabanla da samimi bir iletişim kurmadan başarılı bir demokratik inisiyatif oluşturması mümkün görünmüyor. Ama bütün bunlar için en başta, iktidarı ve muhalefetiyle herkesin kutuplaştırıcı üslûbu terk etmesine ihtiyaç var.
(Ortak Söz, 17 Mayıs 2017)