Son yıllarda rejim tartışmaları, “28 Şubat Süreci”nde olduğuna benzer şekilde, Türkiye’de kamusal tartışmanın odağında yer almaktadır. “Anayasa değişikliği” adı altındaki bir oldu-bitti ile AKP’nin geçen ay başlattığı hem hükümet sistemini hem de rejimin niteliğini değiştirme girişimi bu tartışmaların daha yoğun bir şekilde yapılmasına yol açmakla kalmadı, diğer önemli sorunları da gündem dışına itti. “Diğer önemli sorunlar” derken kast ettiğim, kamu politikasının amaçlaması gereken değer ve idealler sorunudur. Açıktır ki, rejimin niteliğiyle ilgili tartışmalar da bu amaçlara yaklaşmaya ne tür bir rejimin hizmet edeceğini gösterdiği ölçüde değerlidir.

Benim kariyerimin yaklaşık son otuz yılı bu siyasî ideallerin neler olması gerektiğiyle ve bunların anlamlarıyla ilgili arayışlarla geçti. Bu idealleri genel teori bağlamının ötesinde Türkiye’yle bağlantılı olarak formüle etme çabalarım ise aşağı-yukarı son on yıl içinde yoğunlaşmıştır. İlk defa 2010 yılındaki bir yazımda[1] Türkiye’nin ana gündem maddelerini “barış, özgürlük ve refah” olarak özetlemişim. Daha sonra kaleme aldığım bir yazıda[2] ise sadece sıralamayı değiştirmişim; “özgürlük, barış, refah” olarak. Nihayet 2013 sonbaharında yazdığım ama 2014 başlarında yayımlanan başka bir yazıda[3] bunlara “adalet”i de ekleyerek “özgür, barışçı, adil ve müreffeh” Türkiye formülüne ulaşmışım.

Bu yazıda da son formülü esas alarak Türkiye’nin halihazırda içinde bulunduğu durumu değerlendirmek istiyorum. Böylece, Türkiye’nin şu anda ne kadar özgür, ne kadar barış içinde, ne kadar âdil ve ne kadar müreffeh olduğu, kısaca medenîliğinin derecesi hakkında bir fikir edinmiş olacağız.

  1. Özgürlük

Özgürlüğün kendisi için bir anlam ifade ettiği herkes hayatı kendisi için anlamlı kılacak şekilde kendi amaç ve  projelerini serbestçe gerçekleştirebilmek ister. Bu ise her şeyden önce toplumdaki hiçbir kimsenin herhangi bir keyfî baskıya maruz kalmamasına bağlıdır. Bu temel amaç, şüphesiz, herkes için sivil özgürlüklerin hukuken ve fiilen güvence altında olmasını şart koşar. Ayrıca, toplum hayatının gidişatını etkileyen ortak kararlar her bir bireyin kaderini de şu veya bu ölçüde etkilediği için, kamu politikalarının belirlenmeinde de herkesin söz sahibi olması, bu kararların alınmasına herkesin katılması gerekir. Bu ise siyasî hakların da sivil özgürlükler gibi güvence altında olmasını gerektirmektedir.

Türkiye’nin halihazırdaki durumuna bu açıdan göz attığımızda, genel olarak temel hak ve özgürlükler ama özellikle de sivil özgürlükler bakımından maalesef gitgide kötüleşen bir manzarayla karşılaşıyoruz. Bu konuda Mayıs 2013’te patlak veren “Gezi Olayları”yla birlikte başlayan gerileme süreci 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra olağanüstü hal rejimine geçilmesiyle zirveye ulaştı. En başta kişi özgürlüğü ve güvenliği genel bir tehdit altındadır, ifade ve basın özgürlükleri ile toplanma ve dernek özgürlükleri fiilen ilga edilmiş gibidir. Mülkiyet hakkı çok ciddî bir tehdit altındadır. Eleştiri ve muhalefet hem medya hem de genel olarak vatandaşlar için meşru tutumlar olmaktan çıkmıştır. Gönüllü örgütlenme, dayanışma ve yardımlaşma faaliyetleri iktidarın gözdesi olan gruplar dışındaki herkes için yasaktır.

Siyasî katılma (demokrasi) hakları bakımından da durum pek parlak değildir. Cumhurbaşkanlığı için 2014 yılında yapılan seçimlerden başlayarak, iktidar partisi ile muhalefet partileri arasında âdil rekabet  şartları ortadan kalkma sürecine girmiştir. Bunun en belirgin şekilde gözlenebileceği alan medyanın iktidar tarafından kontrolüdür. Gazete ve televizyonlarda eskiden kısmen var olan çeşitlilik AKP’nin iktidara gelmesinden bir süre sonra kalkmaya başlamış ve medyanın büyük kısmı gitgide hükümet sözcüsü haline gelmiştir. TRT ise tarafsız bir kamu kurumu gibi değil de iktidar partisinin propoganda aygıtı gibi yayın yapmaktadır. İktidar partisi zaman içinde devlet kaynaklarını da kullanarak kendi medyasını yarattığı gibi,  hem rant kaynakları hem de cezalandırma araçları üzerindeki kontrolü sayesinde geri kalan gazete ve televizyonları da adeta rehin almıştır. Medyayı “yola getirme”de en çok başvurulan cezalandırma araçları arasında vergi denetimi ve mülkiyetin müsaderesi gelmektedir.

Âdil seçim rekabeti şartları büyük ölçüde ortadan kalkmış olmasına rağmen, Haziran 2015’te yapılan genel seçimlerde yasama organındaki çoğunluğunu yitirmesi iktidar partisinin muhalefeti etkisizleştirme çabalarını yoğunlaştırmasına yol açtı. Nitekim, “dost-düşman” karşıtlığı temelinde yürüttüğü kampanya sonucunda ve terörün de yeniden azmasının katkısıyla, AKP aynı yıl Kasım ayında yapılan seçimlerde iktidarı yeniden ele geçirmeyi başardı. Öte yandan, iktidar çevrelerinin muhalefetle ihaneti özdeşleştirmeleri yüzünden, resmen “ana muhalefet partisi” ünvanını taşıyan CHP’nin hükümete ve cumhurbaşkanına karşı bu ünvanının gerektirdiği eleştiri ve muhalefet görevini yapması için uygun psikolojik atmosfer gitgide ortadan kalkmaktadır. Diğer muhalefet partisi olan HDP ise, başta eş genel başkan(lar)ı olmak üzere milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasının ve birçoğunun tutuklanmasının da gösterdiği gibi, AKP iktidarı tarafından meşru bir siyasî parti değil de terörist örgütmüş ve  “Türkiye’nin düşmanı”ymış gibi muamele görmektedir.

Bu ve benzeri nedenlerle Türkiye Büyük Millet Meclisi halkın meselelerinin özgürce tartışıldığı kamusal bir forum olmaktan çıkarak şeklî bir onay makamına ve iktidarın (AKP ve Erdoğan’ın) “yasa makinası”na dönüşmüştür. Özellikle AKP grubuna mensup milletvekilleri tek bir kişinin iradesine biat etmiş durumdadır, kimsenin partinin gerçek liderinden bağımsız bir irade sergilemesi imkânı kalmamıştır. Bu nedenle, halihazırda Türkiye’nin yasama organı demokratik “parlamento” vasfını büyük ölçüde yitirmiş durumdadır; daha ziyade, 12 Eylül rejiminin “Danışma Meclisi” benzeri bir organla karşı karşıyayız.

Daha da vahimi gündemdeki anayasa değişikliğinin yapılma şeklidir. Genel olarak toplumun muhtelif kesimlerinin konuyla ilgili görüş, talep ve eğilimlerinin dikkate alınması şöyle dursun, ana muhalefetin bile dışlandığı ve bir muhalefet partisinin de Meclis dışına atıldığı siyasî şartlarda, iktidar partisi temel önemde bir anayasa değişikliği yapmaya çalışmaktadır. Üstelik bunu olağanüstü bir rejim altında, yani olağan hukukun askıya alındığı ve ifade, örgütlenme, toplanma ve basın özgürlüklerinin fiilen yok mesabesine indirildiği bir ortamda yapmaktadır. 12 Eylül rejimiyle bir benzerlik daha: Darbeci generaller kendi anayasalarını eleştirmeyi yasaklamışlardı; 15 Temmuz’da “demokrasiyi kurtarmak”la övünen şimdiki iktidar ise gündemdeki anayasa değişikliğini eleştirmeyi “düşmanca” bir tutum olarak görmektedir.

  1. Barış

Toplum dediğimiz ortak varlık biçimi eğer herkesi yararlandıran bir işbirliği girişimi ise, o zaman onun varlık şartlarından biri barıştır. Toplum barış içinde bir işbirliği düzenidir. Barışçı bir toplumda işbirliği ve dayanışma yanında elbette farklılık ve rekabet te vardır ama ne farklılık ne de rekabet düşmanlık demektir. Barışçı toplum aynı zamanda makul görüş farklılıkları temelinde çoğulcu bir topumdur. Çoğulcu toplum muhtelif kişi ve grupların diğerlerinin dünya görüşü ve hayat tarzlarını takdir etmelerini şart koşmazsa da, eğer barış olacaksa asgarî olarak hoşgörüyü ve herkesin haklarına saygıyı gerektirir. Farklı olana karşı güce başvurmayı reddetmek suretiyle, hoşgörü hem özel hem de kamusal alanda akılcı iknanın önünü açar.

Ayrıca, barışçı toplum dış dünyaya, başka toplumlara da açık olan toplumdur. Barışçı bir toplum, en azından, başka halklara karşı saldırgan ve yayılmacı emeller beslemez; aksine onların da kendi-kaderini-belirleme hakkına sahip olduğunu kabul eder. Başka toplumlarla ilişkilerini karşılıklı yarar esasına dayanan ticaret serbestisine dayandırdığı ölçüde savaş ihtimali de azalır.

Gelgelelim, günümüz Türkiyesi barış idealinden de maalesef gitgide uzaklaşmaktadır. Türkiye’de toplumsal barışı tehdit eden iki dramatik gelişme var. İlk olarak, Türkiye toplumunda öteden beri zaten farklılıkları hoşgörmeyen, farklı olanın var olma hakkını reddeden güçlü bir damar var olageldi. Son zamanlarda buna bir de kutuplaşma eklendi, daha doğrusu farklılık algısı kutuplaşma düzeyine çıktı. Maalesef iktidar partisinin de katkısıyla, bugün toplumumuz birbirlerini neredeyse düşman olarak gören iki karşıt grubtan ibaret hale gelmiş gibidir. Akılcı argüman geliştirme ve aklî yoldan ikna çabasınının temelini yıkan bu gidişat toplumsal barış için çok büyük bir tehdit oluşturmaktadır.

Türkiye’de toplumsal barışı tehdit eden, hatta iç savaşa bile yol açabilecek ikinci gelişme Kürt sorununun müzakere yoluyla çözülmesi çabalarına son verilmiş olmasıdır. Bu gelişme ne yazık ki iktidar partisi ve onun lideri ile PKK’nın ortak çabasının ürünüdür. Çözüm sürecine hukukî dayanak kazandıran Kanun’un Temmuz 2014’te kabulünün üzerinden bir yıl bile geçmeden, Cumhurbaşkanı Erdoğan Mart 2015’te barış sürecinin sona erdirileceğinin sinyalini veren bir konuşma yapmıştı.[4] Bunu, PKK’nın terörü yeniden tırmandırması ve hükümetin yeniden sert askerî yönteme dönmesi izledi. Böylece eskisinden daha da kanlı günler geri geldi. AKP’nin aynı yıl 1 Kasım’da yapılan seçimlerde yeniden tek başına hükümeti kuracak çoğunluğu elde etmesini takiben, cumhurbaşkanı ve hükümet sözcüleri hem HDP ve Kürt siyasî hareketi karşıtı söylemi, hem de askerî ve siyasî tedbirleri sertleştirdiler. Buna paralel olarak, yukarıda belirttiğimiz gibi, cumhurbaşkanı ve hükümet Kürt siyasî hareketinin yasama organındaki temsilcilerini de “düşman” olarak kodlayarak onları hapse tıkmaya başladı.

Bu arada, iktidarının son yıllarında AKP yönetimi dış dünyaya dönük olarak da eski barışçı tutumunu terk ederek, özellikle güney sınırındaki ülkelerde askerî güç kullanma yoluyla nüfuz kurma gayretleri içine girdi.  Türkiye’nin Orta-Doğu’da bir nüfuz alanı oluşturma ve bu amaçla askerî operasyonlara girme yönelimini, Irak ve Suriye’deki son harekâtları sözkonusu olduğunda PKK ve uzantılarının buralardaki etkisini kırma stratejisiyle ilgili görmek yanıltıcıdır. Bu, daha genel olarak, kendi yönetimindeki Türkiye’yi Osmanlı devletinin meşru vârisi olarak gören AKP’nin  İslam dünyasının lideri ve hâmisi olma politikasıyla da ilgilidir. Bu aslında yayılmacı, emperyalist bir dış politika yöneliminin sözde hayırhah görünümlü bir söylemle kamufle edilmesinden başka bir şey değildir.

  1. Adalet

Adalet kısaca herkese hakkı olanı veya hak-ettiğini vermektir. Dolayısıyla, adalet ile hem haklar hem de hak-ediş arasında kopmaz bir bağ vardır. Adalet, her şeyden önce, başta “insan hakları” olmak üzere kişilerin hakları yanında, yapıp-ettiklerine bağlı olarak da hak ettiklerine saygıyı gerektirir. Kişilerin haklarna saygı gereği “hukuk”u adalet meselesinin odağına yerleştirir. Hukukun adaletinin asgarî gerekleri ise ancak hukukun üstünlüğüne bağlı bir devlette  karşılanabiliir. Bunlar da kısaca herkes için hukukî güvenlik sağlayacak şekilde genel normlar, herkese eşit (keyfî ayrımsız) muamele, düzeltici adalet ve yargılama usulünün hakkaniyeti olarak belirtilebilir.

Türkiye bugün hukukun üstünlüğünün -ve dolayısıyla, adaletin asgarî gereklerinin- çok uzağındadır. Bırakalım hukukun üstün olmasını, iktidarın son yıllardaki uygulamaları bizatihi “hukuk” fikrini tahrip etmiştir. Hukukun haklarla ilişkisi tümden kopmak üzeredir. Genellik ve eşitliği gözeten ve herkese hukukî güvenlik sağlayan bir kurallar sistemi anlamında hukukun çok uzağındayız bugün. Hukukun yerini keyfilik almıştır; “kanun” artık muktedirin keyfî buyrukları anlamına gelmektedir. İnsanların polis tarafından evlerinden ve işyerlerinden yaka-paça alınıp götürüldüğü, kamu görevlilerinin keyfî olarak işten çıkarıldığı, iktidara karşı eleştirel tutumları nedeniyle akademisyenlerin bile işlerinden atılıp hapse tıkılmaya çalışıldığı, pek çok kişinin mal-mülküne keyfî olarak el konduğu, insanların sempati veya antipatilerinden dolayı suçlandıkları bir ülkede yaşıyoruz. Kamu hizmetine girişte “kanun önünde eşitlik” rafa kalkmıştır, kamusal pozisyonlar arttık sadece AKP’nin partizan ve sempatizanlarına açıktır.

Kuralları eşit ve hakkaniyete uygun bir şekilde uygulayacak yetkin ve bağımsız mahkemeler de hayal olmak üzeredir. Mahkemeler herkesin hakkını teslim eden bağımsız ve tarafsız “adalet-dağıtıcılar” olmaktan çıkıp, neredeyse iktidarın siyasî projelerinin uygulama araçlarına  dönüşmüş durumdadır. Kişilere yapılan haksızlıkları “düzeltmek”ten ziyade, birçok mahkeme bugün genel olarak siyasî iktidarın hazzetmediği kişi ve gruplara hak yoksunlukları dayatmakla meşguldür. O kadar ki, halkın da artık mahkemelere güvenmediğini bizzat Adalet Bakanı itiraf etmek zorunda kalmıştır.

Daha genel olarak, kayırmacılığın ve taraftarlarına rant dağıtma uygulamasının gitgide yaygınlaşması yanında, daha da vahimi bu pratiklerin olağan hale gelmesi toplumun adalet duygusunu derinden yaralamaktadır. Toplumun büyükçe bir kesiminin gözünde devlet ayrımcılık, baskı ve zulümle özdeş hale gelmek üzeredir. Kısaca, Türkiye’de “âdalet mülkün temeli” olmaktan çoktan çıkmıştır, yakın gelecekte de “âdil bir Türkiye” ihtimali maalesef yoktur.

  1. Refah

Herkes ihtiyaç ve isteklerinin karşılanma derecesi bakımından daha iyi durumda olmayı, kısaca refahının artmasını, ayrıca hayatın belirsizliklerine karşı güvende olmayı ister. Bu da toplumda insanların ihtiyaç ve isteklerini karşılayacak miktar ve kalitede mal ve hizmet üretiminin yapılmasını ve kendi kusuru olmaksızın dara düşenlerin kamu fonlarıyla desteklenmesini gerektirir. İnsanlığın tecrübesi refah üretiminin hem daha etkin hem de “ekonomik” olarak en iyi piyasa ekonomlerinde yapılabileceğini göstermiştir. Piyasa ekonomisi en az maliyetle en fazla bolluk üreten iktisadî ilişki modelinin adıdır.

Piyasa ekonomisi mülk edinme ve mübadele özgürlüklerine dayanır. Bunun için de mülkiyet, çalışma ve sözleşme özgürlüklerinin hukuk tarafından garanti altına alınması gerekir. Ayrıca, piyasa ekonomisi herkes için olduğu gibi girişimciler için de hukukî güvenlik ve öngörülebilirlik sağlayan bir hukuk sisteminin varlığını şart koşar. Piyasa ekonomisinin işlemesi için, kişilerin iktisadî özgürlüklerinin garanti altında olması kadar, iktisadî varlıklarının kamu otoritesiinin keyfî müdahalelerine karşı korunması da  şarttır. Kamu otoritesinin muhtemel keyfî müdahale şekillerinin başında, elkoymacı ve istikrarsız vergileme, doğrudan müsadere ve aşırı regülasyon gelmektedir.

AKP iktidarının aşağı yukarı ilk on yılında piyasa ekonomisinin gereklerine kabaca bağlı kalınması ve açık ekonomi politikası güdülmesi sayesinde genel olarak ulusal gelirde ve kişi başına düşen gelirde dikkate değer artış sağlanmakla beraber, son yıllarda bu gelişme trendi yavaşlamış görünmektedir. Bunun nedenlerinin başında, iktidarın otarşik eğilimlerinin nüksetmesi, el-koymacı vergilemenin olağanlaşması, piyasaya keyfî devlet müdahalesinin artması, (genel gidişe paralel olarak) iş dünyası için de hukuk güvenliğinin zayıflaması ve kamu kaynaklarının hükümet tarafından kayırmacı şekilde kullanılması gelmektedir. Uluslararası derecelendirme kuruluşlarının ardı ardına Türkiye’nin kredibilitesinin düştüğünü işaret eden açıklamaları da bunu göstermektedir.

Yabancı yatırımcıları caydıran bu duruma ek olarak, son iki yılda iktidarın piyasaya müsadereci saiklerle müdahale etmesi sonucunda yerli girişimciler için de mal-mülk güvenliği tehlikeye girmiştir. Genel olarak refah kaybına yol açan başka bir etken de, hükümetin bazı sektörlerde izlediği kayırmacı politikaların bu sektörlerde rekabet ortamını ortadan kaldırarak kaynak israfına neden olmasıdır. Kısaca, Türkiye’de sistemin refah üretme kabiliyeti çok zayıflamış durumdadır. Buna karşılık, AKP iktidarı döneminde toplumun dezavantajlı kesimlerinin sağlık ve kısmen eğitim hizmetlerine neredeyse sıfır maliyetle erişme imkânları artmıştır.

  1. Sonuç

Bu yazıda gözden geçirdiğimiz bütün göstergeler “özgürlük, barış, adalet ve refah” formülünde ifadesini bulan medenîlik standartlarından Türkiye’nin maalesef hızla uzaklaşmakta olduğunu göstermektedir. Halihazırdaki olağanüstü hal yönetimini kalıcı-anayasal bir rejim haline getirmeyi amaçlayan son anayasa değişikliği girişimi de bu yönelimin ne yazık ki gelip-geçici bir hevesten ibaret olmadığının işaretidir. Ayrıca, bu yönelimin, Türkiye’nin ekonomi alanıyla sınırlı olmayan bir kendi içine kapanma süreciyle birlikte gideceğine dair işaretler de vardır. Ne var ki, Batı dünyasıyla gerilimli bir ilişki anlamına gelen bu durum Türkiye’nin yakın çevresinde maceracı girişimlerden uzak duracağının garantisi değildir. Şimdi mesele, Türkiye toplumunun bu kötü gidişe dur diyecek sivil-demokratik dinamiklere sahip olup-olmadığıdır.

 

[1] “Türkiye’nin Asıl Gündemi: Barış, Özgürlük ve Refah”, Star-Açık Görüş, 6 Haziran 2010.

[2] “Özgürlük, Barış, Refah: Türkiye Bunun Neresinde?”,Taraf, 3 Şubat 2012.

[3] “Yeni Türkiye Vizyonu”, Yeni Türkiye, n. 56 (Ocak-Şubat 2014), ss. 58-65.

[4] İlginç bir şekilde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu çıkışı (22 Mart 2015), Selahattin Demirtaş’ın partisinin grup toplantısında “Seni başkan yaptırmayacağız” şeklindeki konuşmasının (17 Mart 2015) hemen sonrasına rastlamaktadır.

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir